08 Mar BERLİN: Almanya’nın Hareketli Başkenti
Geçtiğimiz Aralık ayının başında nihayet Almanya’nın başkenti Berlin’e gidebildim, hem de annemle. Aslında Berlin, çok Türk yaşadığı için sanki Türkiye’nin bir şehriymiş gibi geliyordu bana hep, o yüzden gidilecek yer listelerimin başında pek de yer almıyordu. Ama son dönemde Berlin’e giden hem Türk hem de yabancı arkadaşlarımdan Berlin’in sosyal yaşamı ve gece hayatıyla ilgili o kadar güzel şeyler duydum ki merak etmeye başladım. Annem de gitmek isteyince bir anda biletlerimizi alıverdik.
Berlin Duvarı’nın kalan parçalarında bilimsel incelemeler yaparken 🙂
Annemle de gitmiş olduğum için, koştur koştur, biraz turistik bir seyahat oldu, görülmesi gereken yerleri gördük, yenmesi gereken yemeleri yedik ve hep şehrin merkezindeydik. Tabii ben yine de azıcık ucundan da olsa şehrin sosyal hayatına da daldım. Bende sanırım her yeri beğenme hastalığı var, zira Berlin’i de çok sevdim, özellikle de hareketliliğini. Avrupa şehirlerinin genelinde olan baygınlık Berlin’de yok.
Bu yazının şarkısı ünlü Alman hard rock grubu Scorpions’tan geliyor. Grubun, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Batı ve Doğu Almanya’nın birleşmesi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün getirdiği değişim rüzgarlarından esinlenerek yaptığı ve 1991’de piyasaya sunduğu Wind of Change‘i dinlemek için buraya tıklayın.
BERLİN HAKKINDA GENEL BİLGİLER
Berlin’in nüfusu 3.5 milyonun biraz üzerinde. Çevresinde, kentle bütünleşmiş yerleşim yerlerini de sayarsak toplam nüfus 4.5 milyonu buluyor. Çok da kozmopolit bir şehir. Şehir sınırlarında başta Türkler olmak üzere tam 180 ülkeden insan yaşıyor. Berlin’deki Türklerin sayısı imi kaynaklara göre 200 bin, kimi kaynaklara göre de 400 bin. Hangi rakam doğrudur bilmiyorum ama sokakta zaten durmadan Türklere rastlanıyor. Sanırım Berlin’deki bütün büfeler, bakkallar Türklere ait! 🙂 Hangisine girseniz, sahibi Türk. Bir de taksicilerin büyük bir kısmı Türk. Fast food restoranlarında çalışanlar da öyle.
Berlin kozmopolit bir şehir dedim ama şehirde nedense bir Almanla bir Türkü yan yana, sohbet ederken bir kere bile görmedim maalesef. Türkler hep kendi aralarında takılıyor. Bir de işin ilginç yanı, genç nesil birbirleriyle Türkçe değil sadece Almanca konuşuyor. Araya sadece tek tük Türkçe kelimeler katıyorlar.
Tipik bir Berlin caddesi olan Behrenstrasse
Berlin, II. Dünya Savaşı’nda ağır bombardımana maruz kaldığı için tarihi mimarisinin büyük bir kısmını kaybetmiş. Savaşta yıkılan tarihi binaların bir kısmını yeniden inşa etmişler. Biz ise mevcutları yıkıp yerine sözde modern görünümlü binalar dikmeye meraklıyız. Estetik açıdan öyle güzel bir şehir değil belki ama sosyal açıdan çok hareketli. Sokaklarda, caddelerde, diğer Avrupa şehirlerine kıyasla bir canlılık var. Dükkanlar, mağazalar akşam saat 6 dedin mi kapanmıyor. Şehir bir de müzeleri ve gece kulüpleriyle de ünlü.
BERLİN DUVARI
Burada uzun uzun Berlin Duvarı’nı anlatacağım. Eğer “Ben gezmeye gidiyorum, Berlin’in tarihini bilmeme gerek yok” derseniz, hemen bir alttaki “Berlin’de Gezilecek Yerler” bölümüne geçebilirsiniz. 🙂
Berlin Duvarı’nı, duvarın neden yapıldığını, hangi süreçlerden geçildiğini hep merak ediyordum ama Berlin’i gördükten sonra bu merakım daha da arttı. Döndükten sonra daha derinlemesine bir araştırma yaptım. Zira insan Berlin’in bugünkü canlı ve kozmopolit halini gördükten sonra şehrin içinden çok değil daha 25 sene öncesine kadar bir duvarın geçtiğine ve neredeyse 30 sene boyunca kenti ikiye böldüğüne inanamıyor. İnsan bir an durup bu şehrin o bölünmüş zamanlarını hayal etmeye çalışıyor ama edemiyor, çok saçma geliyor çünkü. Kutuplaşma, çatışma kötü şeyler, çok kötü şeyler, özellikle de aynı millet içinde.
Bu fotoğrafı Aralık 2015’te çektim, duvardan kalan küçük bir kısmın kaldığı East Side Gallery’de. Şimdi bir an için duvarın diğer tarafına geçişinizin yasak olduğunu hayal edin. Kıbrıs’a, Lefkoşa’ya gitmiş olanlar varsa eğer, bu hissi bilirler. Lefkoşa’da hala böyle bir duvar var ve biz Türk vatandaşları olarak diğer tarafına geçemiyoruz ne yazık ki.
Berlin’in ikiye bölünmesi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluyor ve 1990 yılına kadar devam ediyor. Savaştan sonra Batı Berlin, Amerika, İngiltere ve Fransa’nın, Doğu Berlin ise Sovyetler Birliği’nin kontrolüne geçiyor. Savaş sonrasında Almanya da tıpkı Berlin gibi Batı ve Doğu Almanya olarak ikiye ayrılıyor. Ama Batı Berlin, birçok kişinin sandığı gibi aslında Batı Almanya’nın sınırları içinde yer almıyordu. Doğu Almanya içinde bir eksklavdı, yani ada gibi düşünün.
Berlin Duvarı’nın 1988’de Mitte’deki Niederkirchner Caddesi yakınlarındaki görüntüsü. Fotoğraf Wikipedia’dan.
Doğu Almanya’nın 1948 yılından itibaren Batı Berlin’e giden tüm otoyollar ve tren yollarını bloke etmesine rağmen 1950’lerde her gün, baskıcı rejimden bunalan bine yakın Doğu Alman, Batı Berlin’e kaçıyormuş. Bu kaçışları engellemek için Doğu Almanya hükümeti ani bir kararla Ağustos 1961’de çok hızlı bir şekilde Berlin Duvarı’nı örmüş. Batı Berlin’i 360 derece çevreleyen duvarın uzunluğu tam 155 km’ymiş. Bu duvarın 43 km’lik kısmı ise Batı ve Doğu Berlin’i birbirinden ayırıyormuş.
Duvarın örülmesinden sonra siyasi olarak Batı Almanya’ya bağlı olan Batı Berlin’den Batı Almanya’ya ulaşım doğal olarak çoğunlukla uçakla sağlanabilmiş. Ancak Batı Almanlar özel izinle veya transit vizesiyle, polis kontrol noktaları dışında hiçbir duraklama yapmadan Doğu Almanya topraklarından transit geçiş yapabiliyormuş. Doğu Almanlar ise ülke dışına hiç çıkamıyorlarmış.
Doğu Alman hükümeti, 1989 yılında vatandaşlarının, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya ve Yugoslavya gibi Sovyetler Birliği’nin etkisi altında olan diğer Doğu Bloku ülkelerine seyahat edebilmelerine izin vermiş. Bu izinle birlikte bu ülkelere akın eden Doğu Almanlar bu ülkelerdeki ABD, Fransa ve İngiliz büyükelçiliklerine sığınmaya ya da bu ülkelerden Doğu Bloku dışındaki diğer ülkelere kaçmaya başlamışlar. Bir süre sonra kaçan vatandaşlarına engel olamayan Doğu Alman hükümeti, içeride de yüzbinlerce insanın protestolarına dayanamayarak 9 Kasım 1989’da bu utanç duvarını nihayet yıkmaya karar vermiş.
Güzel bir sene, 1989… 🙂
Şimdi ben masal gibi anlattım ama Berlin’in, duvarın ilk örüldüğü dönemdeki durumunu aklınızda daha iyi canlandırabilmek için Steven Spielberg’in 2015 yapımı Casuslar Köprüsü filmini izlemenizi tavsiye ederim. Bir de Türk filmi var Berlin Duvarını görebileceğiniz! 😀 Ben izlemedim ama duyunca Youtube’dan göz attım, rahmetli Kemal Sunal’ın oynadığı ve Batı Berlin’de geçen 1988 yapımı Polizei filminde de Berlin Duvarı’nın özgün görüntüleri yer alıyor.
BERLİN’DE GEZİLECEK YERLER
Berlin’de görülmesi gereken yerlerin büyük bir kısmı, şehrin tam göbeğindeki Mitte bölgesinde yer alıyor. O yüzden yürüyerek ya da metroyla gezmesi kolay bir şehir diyebiliriz. Kaldığınız otelin resepsiyonundan, Berlin’in yürüyerek gezildiği ücretsiz turlarla ilgili bilgi alabilirsiniz. Yazın bisiklet kiralamak da çok keyifli olabilir. Berlin’in turistik noktalarını madde inceleyelim bakalım:
Brandenburg Kapısı
Kralı II. Friedrich Wilhelm tarafından 1791 yılında yaptırılan bu kapı hem Berlin’in hem de yeniden birleşen Almanya’nın sembolü. Berlin’de yılbaşı kutlamalarının merkezi burası. Aynı zamanda çeşitli konserlere, festivallere de ev sahipliği yapıyor. Bir de politik gösterilere. Biz oradayken de bir protesto vardı ama tabii Almanca olduğu için anlamadık neyin protesto edildiğini. 🙂
Brandenburg Kapısı
Reichstag Binası
Rayhştag diye okunuyor. Burası Alman Parlamento Binası. Brandenburg Kapısı’nın çapraz karşısında. Ama Berlin ikiye bölünmüşken Brandenburg Kapısı Doğu Berlin Sınırları içindeyken, Reichstag Batı Berlin’deymiş. 1884’te inşa edilmiş, 1999’da da restorasyonu yapılmış. Önceden internet üzerinden kayıt yaptırarak içini gezebiliyor ve cam kubbesine çıkıp Berlin’i izleyebiliyorsunuz . Biz yaptırmadığımız için binaya giremedik ama siz isterseniz buraya tıklayarak rezervasyonunuzu yaptırabilirsiniz.
Angela Merkel’i görmek isterseniz, Reichstag’a gelmelisiniz! 😀
Unter den Linden
Unter den Linden, Brandenburg Kapısı’nın önünden Müzeler Adası’na kadar uzanan bir bulvar. Anlamı “Ihlamur Ağaçlarının Altı”. Tahmin edebileceğiniz üzere bu ismi caddenin ortasında bulunan ıhlamur ağaçlarından alıyor. Özellikle Brandenburg Kapısı’na yakın kesimlerinde hediyelik eşya dükkanları var. Hediyelerinizi buralardan alabilirsiniz zira şehrin hemen her yerinde fiyatlar benziyor.
İşte caddeye ismini veren ıhlamur ağaçları. Biz gittiğimizde Noel dönemi olduğu için ağaçların üzerileri ışıklarla süslenmişti.
Unter den Linden genel olarak modern mimariye sahip olsa da cadde üzerinde görülmesi gereken tarihi ve kültürel yerler de var. Eğer seçmek gerekirse Avrupa’nın en prestijli üniversitelerinden olan ve Albert Einstein ile Karl Marx gibi önemli isimleri mezun eden Humboldt Üniversitesi’ni, Alman Tarih Müzesi’ni ve 1740’tan 1786’ya kadar Prusya Hükümdarı olan Büyük Friedrich’in atlı heykelini görebilirsiniz.
Büyük Friedrich’in heykeli. Çevredeki binalar tarihi. Bu açıdan bakında cadde çok tarihi görünse de sadece küçük bir kısmı böyle.
Bakın bu da Unter den Linden’de gün batımında çektiğim bir fotoğraf. Gördüğünüz üzere sadece modern binalar var.
Müzeler Adası
Spree Nehri’nin ortasındaki adacıkta yer alan Müzeler Adası’nda Eski Ulusal Galeri, Bergama Müzesi, Eski Müze, Yeni Müze ve Bode Müzesi gibi Berlin’in en önemli müzeleri bulunuyor. Müzelere tek giriş ücretleri 10-13 Euro arasında değişiyor ama 18 Euro’ya Müzeler Adası’ndaki tüm müzelere giriş hakkı veren bilet satılıyor. Mantıklısı da zaten onu almak. Biz, hava da yağmurlu olunca hem Eski Ulusal Galeri’yi hem de Bergamo Müzesi’ni gezdik.
Müzeler Adası’nda Eski Ulusal Galeri’nin binası
Eski Ulusal Galeri’de daha çok ünlü ressamların eserleri sergileniyor. Ben çok sanat ve müze insanı olmasam da tabloları görmeyi, incelemeyi seviyorum, özellikle de 300-400 sene öncesinin günlük hayatından kesintiler sunan tabloları. Garip bir huzur duyuyorum tablolara bakarken. Tek tek okuyorum, hangi tabloyu kim ne zaman yaptım, konusu neymiş falan filan.
Eski Ulusal Galeri ve tabloları oturarak bile inceleyebilen annem 😀
Bunlar da benim en beğendiğim tablolar. Sol baştan saat yönünde: Zandvoort’daki Laternacı (Fritz von Uhde – 1883), Sackingen Yakınlarında Ren Nehri (Hans Thoma -1873), Amsterdam’da Anaokulu (Max Lieberman – 1880), Kilise Fuarından Dönüş (Ferdinand Georg Waldmüller – 1860).
Bergama Müzesi, her yıl bir milyonun üzerindeki ziyaretçisiyle Almanya’nın en çok ilgi gören müzesi. Başta Türkiye’de Bergama ve Milet’ten olmak üzere Antik Yunan coğrafyasından, Ortadoğu’dan ve İslam dünyasından getirilen, tarihi değeri yüksek mimari ve sanatsal eserler sergileniyor. Ama devletimizi yönetenlerin öyle çanak çömlek diye küçümsediği küçük heykeller, ikonlar ya da günlük hayatta kullanılan takılar, objeler filan değil sadece, bildiğiniz kocaman tapınakları, koskoca tarihi eserleri de parça parça getirip Berlin’e taşımışlar. Açıklamalarda “Osmanlı Devleti ile yapılan anlaşma ile taşındı” diyor ama nasıl gelirse gelsin insan çok üzülüyor bu duruma! Tarihi eserlerimize sahip çıkmamak, çıkamamak maalesef ta o zamandan gelen bir durum.
Bergama Müzesi’nde, Gaziantep’teki Zincirli Höyük’ten getirilmiş, Geç Hitit Dönemine ait eserler… Sağdaki, müze görevlisi olan tipik Alman amcaya dikkat.
Bence tarihi eserlerin kesinlikle ait oldukları coğrafyada kalması gerekiyor ama bir yandan da Suriye’deki tarihi eserlerin yobazlar tarafından yakılıp yıkıldığını düşününce, Almanlar bunları getirmekle iyi mi yapmışlar acaba diye düşünmekten de kendini alamıyor insan. Tabii bir de ama geçtiğimiz günlerde Türkiye’de 1000 yaşına yakın bir zeytin ağacının Ödemiş’teki yerinden söküp Antalya’da fuar alanına dikilmesi de geliyor insanın aklına… 😐
Bu fotoğraftaki tarihi eser, Bodrum yakınlarındaki Milet antik kentinin 2000 yıl öncesine tarihlenen Pazar Kapısı. Ama burası Milet değil Berlin! Bergama’da olması gereken ve M.Ö. 2. yüzyıla tarihlenen Zeus Tapınağı da bu müzede ama bakımda olduğu için kapalıydı. Zeus Tapınağı’nın olduğu bölümün tekrar 2019 yılının sonlarında ya da 2020 yılının başlarında açılması planlanıyormuş.
İşlemeli bu duvarlar aslında Irak sınırları içinde yer alan antik Babil kentinde, M.Ö. 575 yılında yaptırılmış İştar Kapısı’nın bir parçası. Kanımca müzenin en etkileyici eserlerinden birisi.
Bergama Müzesi’nde gelmiş geçmiş en ünlü ressamlardan olan Osman Hamdi Bey’in 1888 yılında yaptıpı Halı Tüccarı tablosu da bulunuyor.
Berlin Katedrali
Berlin’in en büyük kilisesi, 1905 yılında inşa edilmiş. Müzeler Adası’nın hemen yanında yer alıyor. Yüksekliği tam 114 metre. Heybetli bir görüntüsü var. Aynı zamanda Berlin denince akla ilk gelen yapılardan birisi.
Spree Nehri ve kışın yaprakları dökülen ağaçların arkasında, 114 metre yüksekliğiyle Berlin Katedrali.
Bu da katedralin başka bir açıdan görüntüsü. Ben hepsi birbirine benzediği için kiliselerin içine pek girmiyorum artık, dolayısıyla Berlin Katedrali’ne de girmedim ama sonradan öğrendim ki 7 Euro verip kiliseye girince, kubbesine de çıkılabiliyormuş.
Alexanderplatz
Berlin’in en kalabalık meydanlarından birisi. Bir nevi Taksim gibi. Çok fazla bir özelliği yok ama hem ulaşım ağlarının kalbinde yer alıyor hem de alışveriş imkanları sunuyor. Dolayısıyla insan trafiği çok fazla. Biz oradayken Noel pazarı da vardı.
Alexanderplatz ve arka planda TV Kulesi.
Noel pazarı, estetik açıdan pek de güzelliği olmayan meydana renk katıyor.
Potsdamer Meydanı
Gökdelen ve modern binalarla, mağazalarla dolu kalabalık bir meydan. Hemen yanındaki Leipziger Meydanı’yla tek bir meydanmış gibi duruyor. Vakti zamanında da oldukça popüler bir meydanmış ama Berlin ikiye bölününce duvar tam ortasından geçtiği için kuş uçmaz, kervan geçmez bir yer haline dönmüş. İki Almanya birleşince savaşta yıkılan binaların yerine modern binalar ve gökdelenler yapılmış.
Leipziger Meydanı’ndan Potsdamer Meydanı’nın görüntüsü, akşamları New York’u aratmıyor.
Potsdamer Meydanı’nda Noel’e özel at arabası.
Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı
Nazilerin katlettiği 6 milyon Yahudi’nin anısına inşa edilmiş, 2005 yılında açılmış. Kimisinin boyu 4 metrenin üzerine çıkan 2000 küsür gri, beton bloklardan oluşuyor. Mimari öyle olmadığını söylese de bu bloklar mezarlığı andırıyor. Çok etkileyici bir yer. Almanların kendi karanlık tarihleriyle hesaplaşabilmesini takdir ediyorum gerçekten.
Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı, şehrin göbeğinde, Potsdamer Meydanı ile Brandenburg Kapısı’nı birbirine bağlayan Ebertstrasse’de yer alıyor.
Anıttaki beton bloklar arasında sadece yürüyüp geçmemeli, biraz düşünmeli, geçmişte yapılan hatalardan dersler çıkarmalı…
Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı, görsel açıdan da çekici bir yer. O yüzden insan artistik pozlar vermeden edemiyor.
Tiergarten
Berlin’in en büyük parkı ama cidden büyük. Biz kışın gittiğimiz için tabii yapraklar filan dökülmüştü ama yazın piknik yapan ailelerle ve gençlerle dolu oluyormuş. Bir de parkta Avrupa’nın en çok ziyaret edilen hayvanat bahçesi olan Berlin Hayvanat Bahçesi yer alıyor. Özellikle çocuklu aileler için ideal.
Tiergarten
Friedrichstrasse
Berlin’in alışveriş caddesi. Unter der Linden ile kesişiyor. H&M, Zara gibi dünyaca ünlü markaların mağazaları var. Onlar Türkiye’de de var diye düşünmeyin zira Türkiye’den farklı modeller var, o yüzden gidilebilir.
Akşam üzeri Friedrichstrasse
Friedrichstrasse’de Volkswagen’e ait Drive isminde bir oto galeri var. Lamborghini’den Porsche’a ve Audi’ye kadar VW bünyesindeki arabalar sergileniyor. Araba tutkunları için güzel bir yer bence.
Mall of Berlin
Mall of Berlin, Avrupa’da şehir merkezinde gördüğüm nadir alışveriş merkezlerinden birisi, üstelik en az Türkiye’dekiler kadar da büyük. Ben aslında AVM’lerden nefret ederim ama malum Berlin’e annemle gittim. O yüzden mecburen alışveriş de seyahatimizin temel noktalarından biri oldu. Gerçi ben anneme yerini öğrettikten sonra tekrar gitmedim! 😀
Mall of Berlin, Friedrichstrasse’yle Potsdamer Meydanı arasında uzanan Leipziger Caddesi’nde yer alıyor.
Check Point Charlie
Soğuk Savaş boyunca duvarla ikiye bölünmüş olan Berlin’de iki bölge arasında geçişi sağlayan geçiş noktalarının en ünlüsü diyebiliriz. Friedrichstrasse üzerinde yer alıyor. Check Point Charlie, yabancıların geçiş yapabildiği tek kapıymış. O yüzden de Soğuk Savaş’taki casusluk hikayelerinin de baş aktörlerinden birisi olmuş. Duvar yıkıldıktan sonra da buradaki orijinal kulübe Müttefikler Müzesi’ne götürülürken, yerine turistlerin fotoğraf çektirebileceği sembolik bir kulübe koyulmuş.
Bu fotoğrafı Flickr’dan aldım. Check Point Charlie’nin Ağustos 1963’te Roger W tarafından çekilmiş fotoğrafı.
Bu da benim tam 52 yıl sonra Aralık 2015’te çektiğim fotoğraf. Turistik kulübenin yanı sıra fotoğrafın sağına bakarsanız eğer “Your are leaving the American sector.” yani “Amerikan sektörüden ayrılıyorsunuz.” yazılı tabelanın da bir kopyasını görebilirsiniz.
Check Point Charlie’de isterseniz birkaç Euro verip çakma Amerikan askerleriyle fotoğraf çektirebilirsiniz ama bence çok gereksiz. 🙂
East Side Gallery
1961 yılında örülen ve 1989’da yıkılan 155 km’lik Berlin Duvarı’nın 1.3 km’lik bölümünü ibret olsun diye sanat galerisi olarak kullanmak üzere bırakmışlar. Duvarın her iki tarafında da graftiler ve çeşitli sanatçıların duvar resimleri ve graffitiler var.
East Side Garllery, Friedrichshain-Kreuzberg bölgesinde Mühlenstrasse’yer yer alıyor.
Aslında duvardaki en ünlü eser, Doğu Almanya Lideri Erich Honecker ile Sovyet devlet adamı Leonid Brejnev’in 7 Ekim 1979’da birbirlerine dudaktan sosyalist kardeşlik öpücüğü verirken çekilen ikonik fotoğraflarının Rus ressam Dimitri Vrubel tarafından çizilen resmi. Ama ben nedense bulamadım. Siz bulun derim.
Arka planda, duvardaki panda resmi size de tanıdık geldi mi? Evet, İstanbul’da dev duvarlarda görebileceğiniz kızgın ama sevimli pandanın ta kendisi. Leo Lunatic ismiyle tanınan Türk grafiti sanatçısı İbrahim Kurtuluş’un eseri.
TV Kulesi (Fernsehturm)
Televizyon kulesi, Doğu Alman hükümeti tarafından 1965 ila 1969 yılları arasında Berlin’in sembolü olması için inşa ettirilmiş. Tabii asıl amaç bundan ziyade Doğu Almanya’nın gücünü dünyaya göstermeye çalışmakmış. 368 metre yüksekliğiyle halen Almanya’nın en yüksek yapısı.
Alexanderplatz yakınlarındaki TV Kulesi’ne 12.50 Euro ödenerek çıkılabiliyor ancak çok kuyruk oluyor ve malum TV Kulesi’ne çıkınca kulenin kendisi göremiyorsunuz! 🙂 O yüzden alternatif olarak bu fotoğrafı çektiğim Kollhoff Tower’a ya da fotoğrafta kulenin hemen sağında görünen ve çirkin bir yapıya sahip bir gökdelen olan Park Inn Hotel’in terasına çıkabilirsiniz.
Kollhoff Tower
1999 yılında yapımı tamamlanan bu gökdelen, Potsdamer Meydanı’nda yer alıyor. Avrupa’nın en hızlı asansörüne sahip. Her gün 10:00-18:00 saatleri arasında kulenin seyir terası olan Panorama Punkt’a yalnızca 5.50 Euro ödeyerek çıkabilirsiniz.
Fotoğraftaki kahverengi bina Kollhoff Tower.
Kuleden Leipziger Meydanı ve Berlin… Meydandan uzayıp giden cadde de Mall of Berlin’in de bulunduğu Leipziger Caddesi.
Bu da Kollhoff Tower’ın tam karşısında yer alan ve Alman demiryolu şirketi Deutsch Bahn’a ait olan Bahn Tower. Haftaiçi her çalışanları izlemek ilginç olabilir.
Kreuzberg
Berlin’de Türk nüfusun en yoğun olarak yaşadığı mahalle burası. Mitte’ye çok yakın. Berlin ikiye ayrılmışken, duvar sınırında olduğu için kentin kenar mahallelerinden birisiymiş ama şu anda en merkezi noktalarından birinde yer alıyor. Son birkaç yıldır çok popüler olmaya başlamış. Her yerde kafeler, kulüpler, butikler var. Bütün gençlik burada takılıyor. Şehrin entelektüel kesimi de buraya taşınmaya başlamış artık.
Türk mahallesi Kreuzberg
BERLİN’DE YEME, İÇME, GECE HAYATI
Yazının başında da belirttiğim gibi, Berlin Avrupa’da en hareketli sosyal yaşamına ve en çılgın gece hayatına sahip şehirlerinden birisi. Berlin’e ilk gelişte insanlar turistik yerleri geziyorlar ve ardından sosyal hayatını keşfetmek için Berlin’e tekrar tekrar geliyorlar.
İlk kez giden bir ziyaretçi olarak Berlin’de mutlaka yemeniz gereken şeylerin başında sosis geliyor. Biz Noel dönemine denk geldiğimiz için şanslıydık, bütün Noel pazarlarında sosisçi vardı. Dana etinden yapılmış hot dog aldık. İnanılmaz lezzetliydi. Adamlar biliyor bu işi. Normalde Türkiye’de hiç sevmem. Sosisler sosis değil bizde. Almanların bir de brezel denilen simitleri meşhur.
Burası Postdamer Meydanı’ndaki Noel pazarında, lezzetli sosisleri aldığımız stant. Alıp afiyetle yedikten sonra bir ara içimize kuşku düştü, acaba bize dana yerine domuz satmış olabilir mi diye. Ben de Türk mahallesi Kreuzberg’de gezinirken orada tanıştığım Türklere durumu anlattım. “Dana eti olduğunu söyleyenler Türk müydü Alman mı?” diye sordular, Alman olduklarını söylediğimde, “Tamam, o zaman doğrudur, dana sosisidir.” dediler. Yorumsuz…
Bu arada Noel pazarlarından bahsetmişken, Berlin’deki en iyi Noel marketlerinden birisi de bu fotoğrafta gördüğünüz, belediye binası Roten Rathaus yakınlarındaki Noel pazarı, ismi Berliner Weihnachtszeit.
Reichstag Binası yakınlarındaki bir brezelci. Ya da simitçi diyelim! 😀 Size yiyin diye tavsiye ediyorum ama benim o anda canım pek çekmediği için almadım nedense, tadı nasıldır bilmiyorum o yüzden.
Tipik bir Alman restoranında tipik Alman yemekleri yemek isterseniz kesinlikle 1902 yılından beri hizmet veren Max und Moritz’i tavsiye ederim. Gerçek bir Alman lokantası. Öyle turistlerle de dolu değil, müşterilerinin çoğu Alman. Biz özel soslu tavuk ve şarap soslu biftek yedik. Yanında da Alman birası içtik. Kişi başı 20 Euro’ya yakın ödedik. Yemekler gayet lezzetliydi.
Max und Moritz, Oranienstrasse 162’de yer alıyor.
Restoranın dekoru da çok güzel.
Malum artık döner de Berlin’in yerel lezzetlerinden birisi sayılıyor. Berlin’in en ünlü dönercisi de Mustafa Gemüse Kebab. Ünlü dediysem sadece Türkler ya da Almanlar arasında değil, Berlin’e gelen turistlerin de ismini önceden duyduğu, mutlaka uğradığı yerler arasında. Bu kadar popüler olmasının sebebi, dönerin bol sebzeli olması. Bir de kendine özel bir sosu var. Dürümü de gerçekten devasa. Dönerin fiyatı 4.30 Euro. Berlin’deki en ucuz yemeklerden birisi sanırım.
Bu kadar meşhur olunca biz Mustafa Gemüse Kebab’ı büyük bir restoran sandık ama küçücük bir büfe çıktı. %95’i yabancılardan oluşan upuzun bir kuyruk vardı gittiğimize. Beklemeyip gitsek mi derken orada tanışıp konuştuğumuz Türk turistlerden birisi, arkadaşlarının ön sırada olduğunu, 1 saate yakındır beklediklerini, istersek bizim için de alabileceklerini söyleyince, olur dedim. Allah razı olsun kendilerinden.
Döner lezzetli olmasına gerçekten lezzetliydi ama o kadar sıra beklemeye değer mi bilemedim. Bu arada Mustafa Gemüse Kebab’ın adresi: Mehringdamm 32
Değişik kafeler ve barlar için gidilecek en iyi yer, Berlin’in Karaköy’ü diyebileceğimiz Kreuzberg. Ama Kreuzberg’de mekanlar genellikle birbirinden uzakta. Sokakları dolaşıp kendiniz keşfedebilirsiniz. Benim tavsiyem ise, üzerinde Türkçedeki –mişler, -müşmüşsünüz gibi eklerin yazılı olduğu çok güzel bir binanın alt katında yer alan Bateau Ivre.
Bateau Ivre ve Türkçe yazıların bulunduğu binası. Dikkatli bakın yazılara. Adresi Oranien Strasse 18. Bateau Ivre’de hangi birayı içeyim derseniz, Flensburger’i deneyebilirsiniz kanımca.
Gelelim Berlin’in gece hayatına. Berlin ağırlıklı olarak tekno çalan gece kulüpleriyle ünlü. Bu lupülerin en ünlüleri de Tresor ve Berghain. Kapısında kuyruklar oluşuyor her ikisinin de. Ben tekno müzik sevmesem de Berlin’e gelmişken gitmeden olmaz deyip, her ikisine de uğradım, üstelik tek başıma.
Tresor’a girebilmek için 15-20 dakika sıra beklemek gerekiyor.Giriş ücreti 12 Euro. İçeride farklı müziklerin çalındığı farklı bölümler var. Özellikle giriş koridorundaki ışık oyunları efsane. Tüm külüpte ışık çok loş ve duman üflüyor sürekli. Yanımda birisi olsa belki uzun kalırdım ama yarım saat bile durmadan çıktım.
Bu fotoğrafı Tresor’da çektim. Ortam aynen fotoğrafta görüldüğü gibi…
Berghain sadece Berlin’in değil Avrupa’nın da en çılgın gece kulübü olarak biliniyor. Berlin’e sırf bu kulübe gitmek için gelenler bile var. Hal böyle olunca tabii ki ben de çok merak ettim. Ama Berghain’e girebilmek için 1-2 saat kuyruk beklemeniz gerekiyor. Ondan sonra da içeri alınıp alınmayacağınız garanti değil. Baktım, hani öyle gelenler güzel giyinsin ya da damlı olsun gibisinden bir kriter de yok, kafasına göre sen gir, sen girme diyor kapıdakiler. Tam bir pazarlama taktiği. Girenler seviniyor girebildik diye.
Ben gittiğimde de tabii ki kuyruk çok uzundu. Önce tüm efendiliğimle sıraya girdim. Eee tabii tek başımayım, bekle bekle canım sıkıldı, telefonumun şarjı da azdı, bitti bitecek durumdaydı. Telefonla ilgilenerek vakit de geçiremedim. O yüzden maalesef böyle şeylerden pek haz etmesem de Türk uyanıklığımı konuşturup önlere kaynak yaptım. Ona rağmen yine bir 40 dakika filan bekledim. Peki ne için? 🙂 14 Euro verip ilgimi çekmeyen müziklerin çaldığı, popüler bir kulübe girebilmek için.
İşte Berghain’deki bitmek bilmeyen kuyruk. Her gece böyleymiş!
Berghain’e girişte telefonun hem ön hem de arka kamerasına, çıkarması çok zor stickerlar yapıştırıyorlar. Neden onu da anlamadım, zira içerisi zaten çok karanlık ve dumanlı, göz gözü görmüyor. 🙂 Zaten fotoğraf çekilse de bir şey görünmez. Duvara bir de sinevizyon yapmışlar, böceklerin gezindiği görüntüler var. Sanırım oraya kafa iyi gitmek gerekiyor, ayık kafayla pek çekilmiyor ya da ben yaşlandım 🙂 İçeride herkes bir dünyaydı zaten. Neyse, o kadar para verdim, pat diye çıkmayayım dedim, 15-20 dakika da orada kaldım ama zor dayandım.
Siz yine de bana bakmayın, gidin görün, içinizde kalmasın, sonuçta Avrupa’nın en iyi gece kulübü olduğu söyleniyor. Ama benim gibi tekno müzik sevmiyorsanız, tek başınıza gitmeye kalkmayın. Cumartesi günleri alt katı da açık oluyormuş, daha çılgınmış, çıplak gezenler filan oluyormuş. Tekno sevenler için bir cennet olabilir.
BERLİN’DE ULAŞIM
Aslında ulaşım için en iyi yöntem yürümek ya da birçok Berlinli gibi bisikletle dolaşmak. Ama tabii insanın bazen vakti kısıtlı oluyor, bazen de yoruluyor. Böyle durumlarda toplum taşıma cankurtaran. Berlin’de de bu açıdan iyi bir sistem var. Ulaşım ağları gelişmiş.
Berlin caddelerinde bisikletlileri sıkça görüyorsunuz.
Metro ve otobüs biletleri ortak kullanılıyor ve ücret 2.70 Euro. Biletler iki saat boyunca geçerli. Otobüs ve metroya binerken bilet kontrol yok ama bilet almadan binmemek lazım. Türkler olarak biz biletsiz binince uyanıklık yaptığımızı sanıyoruz ama aslında bir nevi ahlaksızlık yapmış oluyoruz. Cezadan değil ama kul hakkı yememek için bilet alıp binmek lazım. Sonuçta Alman halkının ve Almanya’da yaşayan Türklerin ödediği vergilerle çalışıyor o otobüsler, metrolar ve trenler.
Berlin’de gece dışarı çıktığınızda otelinize, kaldığınız yere illa taksi ile dönmek zorunda değilsiniz. Zira Berlin’de özellikle hafta sonları toplu taşıma araçları sabaha kadar çalışıyor. Çünkü Almanya’da yöneticiler halk için çalışıyorlar. İhtiyaca göre sefer koyuyorlar, hem de 3-5 kişi binecek olsa bile. Bizde ise gençler gece gezmesin diye erkenden kapatıyorlar metroyu.
BERLİN’E NASIL GİDİLİR?
Berlin’e gidebilmek için öncelikle pasaportunuzda geçerli bir Schengen vizesinin olması gerekiyor. İstanbul’dan Berlin’e Pegasus Havayolları, Türk Hava Yolları ve Onur Air’in direkt uçuşları var. Biz Berlin uçak biletimizi Pegasus’dan aldık ve Berlin’de Schönefeld Havalimanı’na indik. Diğeri de Tegel Havalimanı. İzmir’den İstanbul aktarmalı uçuş için kişi başı gidiş-dönüş 364 TL ödedik.
Berlin Schönefel Havalimanı… Havaalanı biraz küçük ama bilginiz olsun, ücretsiz wi-fi bağlantısı var.
Bu fotoğrafı da Schönefeld Havalimanı’na inerken çektim. Müstakil evler ve yemyeşil görüntü acayip hoşuma gitti. İstanbul’dan Berlin’e uçuş 3 saate yakın sürüyor. Bu arada uçakta ben çok sayıda gurbetçi bekliyordum ama pek yoktu. Demek ki dedim Berlin artık daha popüler bir turistik şehir oldu Türkler için. Berlin bana da,
Bu da Berlin’e yaklaşırken çektiğim başka bir fotoğraf. Konuyla alakasız ama fotoğrafın sağındaki rüzgar gülleri ve üzerindeki bulutlar hoşuma gitti, paylaşayım dedim 🙂
Schönefeld Havalimanı’ndan şehir merkezine nasıl gelindiğini de anlatayım hemen. Havaalanından çıkıp, tabelaları takip ederek 2-3 dakika yürüyünce, tren durağına geliyorsunuz. Durakta bilet almak için aşağıdaki makinelerde kuyrukta beklemeyin boşuna. Yukarıda trenlerin kalktığı platformdaki makineler bomboş oluyor. Bilet ücreti 4.50 Euro. Mitte’ye gitmek için S45’e binilip Tempelhof durağında U6 metrosuna aktarma yapılması gerekiyor. İneceğiniz durak ise Kochlerstrasse.
BERLİN OTELLERİ
Otel konusunda biraz takıntılıyımdır. Hem en merkezi yerde olsun hem de konforlu olsun isterim. Berlin’de de çok aradım otel, en son Gat Point Charlie Hotel‘de karar kıldım. Yanılmamışım. Çok memnun kaldık otelden. Kesinlikle tavsiye ederim herkese.
Gat Point Charlie Hotel, tipinden de belli olacağı üzere bir tasarım oteli. Yeri mükemmel. Check Point Charlie’ye 100 metre mesafede. Berlin’in alışveriş caddesi Friedrichstrasse’nin hemen yanında. Tüm turistik yerlere de en fazla 15 dakika yürüme mesafesinde.
Bu otel odamız. Otelin kendi avlusuna bakıyordu. Tasarımı da enteresan. Dolap yok, değişik bir tasarımda askılar var. İnsan bazı otellere evi kadar ısınıyor, ayrılırken de hüzünleniyor. Kuzey Kutbu‘ndaki Svalbard Hotell & Lodge’da olduğu gibi Berlin’deki otelimiz Gat Point Charlie Hotel’den ayrılırken de o hissiyat oluştu.
Otelin koridorları da enteresan.
Benim için otellerde en önemli şeylerden birisi kahvaltı. Gat Point Charlie’nin kahvaltısı da bayağı iyi, hatta çok iyi.
INSTAGRAM: @orcundalarslan
ŞU YAZILAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: