16 Nis MADRİD
Madrid yazımı aslında 2 hafta önceki Real Madrid-Galatasaray maçına yetiştirmek istiyordum ama yine olmadı, olamadı! Ama en azından artık eskisi kadar uzun olmuyor yazılarımın arası, bundan sonra daha da kısa olacak inşallah.
Her neyse, Madrid’e Ocak ayının sonunda, sadece 2 günlüğüne gittim, Cuma’dan Pazar’a. Biliyorsunuz, şehir tatillerini böyle kısa seviyorum ama bu defa bana 2 gün kesinlikle yetmedi. Keşke daha uzun kalsaydım diye düşündüm. Bir de çok geç yatsam bile her zaman erken kalkabilen ben, İspanyolların rahatlığının havaya sinmiş olmasından mıdır bilemedim, erken kalkamadım. Her 2 gün de öğlene doğru kalkınca, günün yarısı gitmiş oldu tabii.
Madrid’i her zaman Barselona’dan çok daha fazla merak etmiştim ama ilk önce Barselona’ya gitmek kısmet olmuştu. Malum İstanbul’dan Madrid’e uçuşlar da çok ekonomik olmayınca, Madrid’e gidişimi hep ertelemek durumunda kalmıştım. Ucuz uçak bileti bulur bulmaz da, hiç düşünmeden gitmeye karar verdim. Aslında İtalyan arkadaşlarım da bana katılacaktılar, ama onlar son dakika ekince tek başıma gitmek zorunda kaldım. Brüksel’de yaşarken arkadaş grubumun büyük çoğunluğu İspanyol’du. Neyse ki ben Madrid’deyken, onlar da orada oldukları için, birlikte takılabildik. Gerçi tek başıma olsam da çok sorun olmazdı. Onun da keyfi ayrı oluyor çünkü.
Bu yazımı, İspanya’nın güneyine ait Flamenko müziğinin en önemli gitaristlerinden biri kabul edilen, Paco de Lucia adıyla tanınan ünlü İspanyol müzisyen Francisco Sanches Gomes’in Entre dos Aguas adındaki bestesini dinleyerek okuyun. Adını bilmesek de aslında bize tanıdık bir müzisyen. Çünkü kendisi Levent Yüksel’in söylediği, sözleri Sezen Aksu’ya ait, benim de çok sevdiğim Tuana şarkısının bestecisi kendisi. Dinlemek için buraya tıklayın.
MADRİD’LE İLGİLİ GENEL BİLGİLER
Madrid 9. yüzyılda kurulmuş. 1561’de başkent olmuş. Avrupa Birliği’nin Londra ve Paris’ten sonra en kalabalık şehri. Nüfusu 7 milyona yakın, büyük bir şehir. Ama çok düzenli ve planlı olduğundan olsa gerek, insana daha küçükmüş izlenimi veriyor. Ayrıca Avrupa’nın en yeşil 12 şehri arasında. 2020 Yaz Olimpiyatları için de İstanbul’un rakibi.
Barselona ve Madrid hep birbiriyle kıyaslanır. Kimine göre Madrid, kimine göre Barselona çok daha güzeldir. Her ikisini de gezdim, gördüm ve kesinlikle Madrid’in çok daha güzel olduğuna kanaat getirdim. İspanya’nın tam ortasında bulunan, doğal pek de bir güzelliği olmayan şehri, bildiğiniz nakış işler gibi birbirinden güzel ve renkli binalarla süslemişler. Şehrin tepeli olması, inişli çıkışlı dar sokaklarının bulunması da cabası. Ayrıca Barselona’da İspanyol ve Katalan’dan çok İngiliz görürken, Madrid’de, başkent olmasının da etkisiyle olsa gerek, İspanya’da olduğunuzu çok daha fazla hissediyorsunuz.
Madrid’in inişli çıkışlı, rengarenk binalarla dolu sokaklarından birisi…
Barselona’da daha çok turist görüyorsunuz dedim ama aslında, sanılanın aksine, İspanya’nın en çok turist çeken şehri Barselona değil Madrid. Bence olması gereken de bu zaten. Ama o Barselona’da insanı rahatsız eden turist fazlalığının, Madrid’de hissedilmemesi de enteresan tabii.
Madridlilere gelecek olursak, biz Türklere çok benziyorlar. Sokakta gördüğünüz insanların bir yerden tanıdık gelme ihtimali çok yüksek. Malum İspanyolların çoğu bizim gibi kara kaşlı ve kara gözlü. Tabii arada kumral ve sarışın olanları da var. Tavırlarının da bizden pek farkı yok.
Burası Calle del Arenal. Bizim İstiklal Caddesi gibi, yayalara açık, sağlı sollu mağazaların bulunduğu bir cadde. Ama asıl dikkatinizi çekmek istediğim nokta, sokakta yürüyen mini etekli kızlar ve tıpkı Türk erkekleri gibi onları dikizleyen adamlar. Fotoğraf küçük olduğu için belli olmuyor belki ama en solda eliyle kol kola yürüyen bir amca var, o bile bakıyor. Demiştim İspanyollar bize benziyor diye… 🙂
Yaşlı insanların en bakımlı halleriyle sokakta olması da insanın dikkatini çekiyor. 70-80 yaşında teyzeler, süslenip, güzelce giyinip sokaklara çıkıyorlar. Amcalar da öyle. Takım elbiseleriyle. Çok hoşuma gitti. Yaşlı insanları zaten çok severim. Böyle bakımlı da olunca, daha da çok hoşuma gidiyor.
Gençler de nedense geceleri daha görünür oluyorlar. Ama gençler, yaşlılar kadar şık değil. Ben İspanyolları daha güzel giyiniyorlar sanıyordum. Gece bile salaşlar. Tabii aralarında istisnalar da var. -Kızları da çok güzel olmamakla birlikte, aralarında, benim hayranı olduğum Penelope Cruz gibi çok güzel olanları yok değil.
Madrid’in farklı yerlerinden, insan manzaraları… Binalar dışında, insanların fotoğrafını çekmeyi de seviyorum. Yakında 300 mm’lik lens alacağım inşallah. O zaman daha da çok çekeceğim.
Bu da beğendiğim bir bina ve önünde, karşıdan karşıya geçmek için bekleyen Madridliler…
MADRİD’DE GEZİLECEK, GÖRÜLECEK YERLER
Madrid’de gezilecek görülecek yer çok. Dedim ya bana 2 gün yetmedi diye. Sırf birbirinden güzel sokak aralarında gezinmek bile vakit alıyor ki bence şehrin en keyifli yanlarından biri bu. Özellikle de Malasaña semtinde gezinmenizi tavsiye ederim. Ben öyle yaptım. Plansız şekilde o sokak senin, bu sokak benim gezindim.
MALASAÑA, Madrid haritasına bakınca, Gran Via’nın Plaza de España tarafındaki kısmının üstünde bulunan mahallenin adı. Sokaklar çok güzel ve her daim hareketli. Binalar rengarenk. Gençlerin sıkça takıldığı bir bölge. Küçük ama şirin, genelde “cerveceria”, yani “biracı” denen çok sayıda kafe ve bar var. Bir de Türkiye’dekine benzer, kasabından bakkalına tipik esnaf. Fotoğraf çekmeye çok elverişli bir semt. Ben bol bol esnaf fotoğrafları çektim!
Malasaña’daki güzel binalardan birisi…
Bu da bahsettiğim esnaflardan birisi…
Burası, Malasaña’da denk geldiğim küçük bir meydan. İsmini bilmiyorum ama Google Maps’ten ekran görüntüsünü aldım sizin için. Meydan çok kalabalık. Genç yaşlı, insanlar dolu. Kafelerin sandalye ve masaları meydanlarda. Ocak ayı olmasına rağmen herkes dışarıdaydı. Turist de çok yoktu.
Bu arada internet paketiniz olmasa da, akıllı telefonunuz varsa, Google Maps’i kullanabilirsiniz. Wifi olan bir yerde, Google Maps’i açıp tüm şehir üzerinde biraz gezinince, şehrin haritası, telefonun hafızasına yükleniyor. Sokaklarda kayboldum dedim ama bir yandan da Google Maps’le nerede olduğumu takip ettim! 🙂 Gitmek isterseniz eğer, burası yukarıda bahsettiğim meydanın lokasyonu.
Gelelim başlıca gezilecek yerlere. Madrid’in tarihi merkezinde bulunan PLAZA MAYOR, kanımca ilk görmeniz gereken yerlerden birisi. Brüksel’deki Grand Place’a benziyor. Dört bir yanı, kırmızı renk ağırlıklı, balkonlu, birleşik binalardan oluşan, dikdörtgen şeklinde, canlı bir meydan. Ama oldukça büyük de bir meydan. 129 m x 94 m ölçülerinde, yani bir futbol sahasından %30 daha büyük. Binaların alt katlarında da kafe, restoran, bar ve hediyelik eşya dükkanları var. Plaza Mayor, şehrin en eski yerleşim bölgesinde olduğu için, çevresindeki sokakları da gezmenizi tavsiye ederim.
İşte bahsettiğim, kırmızı, birleşik, balkonlu binalar.
Plaza Mayor’dan St. Isodere Kilisesi. Plaza Mayor’a, meydanı çevreleyen binaların altından açılan 4 kapı var, bu da o kapılardan birisi.
Burası daPlaza Mayor’un başka bir kapısı ve ben 🙂
Şehrin bir diğer kalabalık, ünlü ve hareketli meydanı ise PUERTO DEL SOL. Kelime anlamı “Güneş Kapısı”. Bunun sebebi ise, 15. yüzyılda Madrid’i çevreyen şehir duvarlarının kapılarından en doğudakinin, burada olmasıymış. Güneş de doğudan yükseldiği için, buraya “Güneş Kapısı” denmiş. Tabii artık kapı filan yok. Ama burası Madridliler’in buluşma noktası. Bir nevi Madrid’in Taksim Meydanı diyebiliriz.
Puerto del Sol, fotoğrafta da gördüğünüz gibi her daim kalabalık. Benim arkamda, uzakta görünen heykel, İspanya’nın 1759 ila 1788 yılları arasında krallığını yapmış olan III. Carlos’a ait. Üstteki resimde bulunan “El Oso y El Madroño” heykeli ise Madrid’in sembolüymüş. Anlamı “ayı ve kuruyemiş ağacı”. Şehrin neden böyle bir sembolü olduğunu merak edip araştırdım. Sebebi kesin olarak bilinmiyormuş ama vakti zamanında her ikisinden de Madrid’de bolca bulunuyormuş.
Plaza Mayor’un hemen yakınlarında bulunan PALACIO REAL DE MADRID ise, kraliyet ailesinin resmi sarayı, zaten anlamı da “Madrid Kraliyet Sarayı”. Ama 1738 yılında yapımına başlanan bu saray, artık sadece resmi törenler için kullanılıyormuş. Kral Juan Carlos ve kraliyet ailesinin geri kalanı, Madrid’in hemen dışında yer alan, Palacio de la Zarzuela’da yaşıyormuş.
Sarayın hemen yanında bulunan ALMUDENA KATEDRALİ de, illa gidilmesine gerek olmasa da görülebilecek yerlerden birisi. Yapımına 1883’de başlanmış ve 1993’te tamamlanmış. Prens Felipe 2004 yılında, eski TV spikeri Letizia Ortiz ile bu katedralde evlenmiş ve tören televizyonları başında tam 25 milyon kişi tarafından izlenmiş. Kraliyet ailesinden birilerinin, halktan biriyle evlenmeleri doğal olarak, dünyanın her yerinde çok ilgi çekiyor.
Heybetli duruşu ve estetik yapısıyla, bence katedralin mimarisi çok etkileyici.
Gelelim şehrin en önemli caddesi olan GRAN VIA’ya. Burası bizim Bağdat Caddesi gibi geniş ve hareketli, 1-2 km uzunluğunda bir cadde. Bir ucu şehrin popüler meydanlarından PLAZA DE ESPAÑA’ya, diğer ucu da şehrin en uzun caddesi CALLE DE ALCALA’ya çıkıyor. Gran Via, Madrid’in en önemli alışveriş bölgelerinden birisi olmakla birlikte gece hayatıyla da oldukça ünlü. Aynı zamanda çok fazla tiyatro ve gösteri merkezine sahip olmasından dolayı, İspanya’nın Broadway’i olarak da biliniyor. Caddenin asıl en dikkat çekici olan yönü ise, çok katlı ama etkileyici mimariye sahip binaları ki bunlardan en meşhur iki tanesi Metropolis ve Telefonica binaları. Bir de Plaza de España’daki EDIFICIO ESPAÑA binasını da mutlaka görmelisiniz.
Gran Via geceleri bile çok hareketli
Burası Madrid’deki en ünlü binalardan birisi olan METROPOLIS. Şehrin iki önemli caddesi, Gran Via ile Calle de Alcala’nın tam kesişme noktasında bulunuyor. 1911 yılında ofis binası olarak yapılmış ve halen ofis olarak kullanılıyormuş. Kubbesinde bulunan heykel, 24 ayar altından yapılmış.
Alcala Caddesi’nin Gran Via ile kesiştiği noktada bulunan CIRCULO DE BELLAS ARTES ise, Madrid’i bu fotoğraftaki gibi tepeden görmek isterseniz, mutlaka gitmeniz gereken bir yer. Sadece 3 € ödeyerek terasına çıkabilirsiniz. Bu fotoğraf, Madrid’de çektiğim fotoğraflar arasında en sevdiklerimden birisi, üstelik Canon 600 D ile değil, iPhone4 ile çektim. Ama tabii ki Instagram’da da biraz oynadım. Önde yine Metropolis binasını ve Gran Via’yı görebilirsiniz. Arka plandaki büyük bina ise, bahsetmiş olduğum TELEFONICA binası.
Bu fotoğraf da yine Circulo de Bellas Artes’ten. Arka planda önemli şirketlerin ofislerinin bulunduğu, Madrid’in gökdelen bölgesi CUATRO TORRES’i görebilirsiniz. Adamlar bizdeki gibi şehrin her bir yanına gökdelen dikmiyorlar. Avrupa’nın diğer şehirlerinde olduğu gibi belirli bir bölgeyi seçip, oraya yapıyorlar bu binaları.
Alcala Caddesi’ne çıkmışken, Madrid’in en önemli meydanlarından biri olan PLAZA DE CIBELES’e de mutlaka uğramanız lazım. Meydanda Fuente de Cibeles, yani bir Anadolu tanrıçası olan Kibele Çeşmesi bulunuyor. Meydan da ismini zaten bu heykelden almış. Ama meydanda, ondan da önemli olan, mimarisi ve ihtişamıyla insanı etkileyen, 1919’da yapımı tamamlanan Palacio de Cibeles ya da eski adıyla Palacio de Comunicaciones bulunuyor.
PALACIOS DE COMMUNICACIONES, ya da Türkçesiyle “İletişim Sarayı”, eskiden posta servisinin ana binasıyken, artık belediye sarayı olarak kullanılıyormuş.
Gelelim müzelere! Ben aslında seyahatlerimde pek müze gezmiyorum ama herkesin tavsiye ettiği, görmem gereken müzeler varsa eğer, mutlaka gidiyorum. Madrid’de, herkesin gidilmesi gerektiğini söylediği müzelerden, tam 3 tane var: Reina Sofia, Prado ve Thyssen-Bornemizsa.
Ama ben vakitsizlikten, en çok istediğim müze olan Prado dururken sadece REINA SOFIA MÜZESİ’ne gidebildim ki sanattan çok iyi anlamasam da iyi ki gitmişim. 1992 yılında kurulan Reina Sofia, 2,7 milyon yıllık ziyaretçi sayısı ile Prado’dan sonra İspanya’nın en çok ziyaret edilen 2. müzesi. İsmini, Kral I. Juan Carlos’un eşinden alıyor. Anlamı da zaten “Kraliçe Sofia” demek. Bu arada merak edip Kraliçe Sofia’yı araştırınca, kendisinin Kraliçe Elizabeth’den tutun da, Danirmarka ve hatta Yunanistan’a kadar Avrupa’daki birçok ülkenin kraliyet aileleriyle akrabalığı olduğunu öğrendim. Malum prens ve prensesler, istisnalar dışında sadece kendileri gibi “soylu” insanlarla evlendikleri için, pek bir karışık oluyor bu kraliyet aileleri. Her neyse, konumuz kraliçe değil müze. Reina Sofia Müzesi, İspanya’daki en iyi çağdaş sanat müzesi. Pablo Picasso ve Salvador Dali başta olmak üzere, dünyaca ünlü birçok İspanyol sanatçının önemli eserlerini bünyesinde barındırıyor. Müze çok büyük olduğu için ben sadece Picasso ve Dali’nin eserlerinin bulunduğu 2. katı gezebildim. Sizin de çok vaktiniz yoksa, tavsiyem, buraları görmeniz ki yine de 1,5-2 saate yakın vaktinizi alabilir. Bu arada benden size tüyo olsun. Müzeye girişler, hafta içi 19:00-21:00 arası, Cumartesi günleri 14:30’dan sonra ve Pazar günleri 14:30’dan önce ücretsiz. Salı günleri de kapalı.
Müzede flaşsız fotoğraf çekmeye izin veriyorlar. Ben de sizin için çektiğim fotoğraflarla müzeyi özetledim. En üstte müzenin dışarıdan görüntüsü. En solda, müzenin koridorları ki bir ara bu koridorlarda tek başıma kaldım, kendimi bir ara bir korku filminin içinde sanıp da tırsmadım değil! 🙂 Gelelim eserlere. Sol üstten başlayarak sayıyorum: Palet ve Büst (Picasso, 1925), Penceredeki Kız (Dali, 1925), Sırtından Kız (Dali, 1925), Mavili Kadın (Picassın, 1901).
Bu da Pablo Picasso tarafından 1937’de yapılan, İspanya İç Savaşı sırasında Alman uçaklarının 26 Nisan 1937’de Guernica şehrini bombalamasını anlatan, Guernica’daki acı çeken insanlar ve hayvanlar ile yıkışmış binaları betimleyen, 7,76 metre eninde ve 3,49 metre yüksekliğindeki meşhur anıtsal tablo Guernica. Meşhur dediğime bakmayın, ben de ilk defa duydum ama İspanyol arkadaşlarımın dediğine göre çok meşhurmuş, müzenin de en önemli tablolarından biriymiş. Bu arada bu fotoğrafı ben çekmedim. Çünkü tablonun yanında oturan görevli teyze, bırakın fotoğraf çektirmeyi, tablonun yanına bile yaklaştırtmıyor insanı.
PRADO MÜZESİ’ne ben gidemedim ama siz mutlaka gidin. Aslında ben de gittim ama gittiğimde kapanmasına yarım saat bile kalmamıştı. O yüzden giremedim. Prado İspanya’nın en çok ziyaret edilen müzesi olmakla birlikte dünyanın da en çok ziyaret edilen 11. müzesi. 1819 yılında kurulmuş. Eski İspanyol Kraliyet koleksiyonuna ait, 12. ila 19. yüzyıllar arası Avrupa sanatının önemli parçalarına ev sahipliği yapıyor. El Greco, Velazquez, Goya gibi İspanyol ve Bosch, Rubens gibi Hollanda ressamlarının yapıtlarının yanı sıra, 7600 tablo, 1000 heykel, 4800 baskı, 8200 çizim ve 1000 para ile 2000 adet süs eşyası ve çeşitli sanat eserlerini içeriyor. Bir tüyo da Prado için vereyim. Akşamları 18:00-20:00 arası girişler ücretsiz.
Eğer en büyük tutkunuz ALIŞVERİŞ ise, Madrid’de bu konuda oldukça tatmin olabilirsiniz. Malum Zara, Bershka, Pull&Bear, Massimo Dutti gibi birçok İspanyol markası var ve hepsinin fiyatları, Avrupa’nın geri kalanına göre İspanya’da %20 civarında daha ucuz. O yüzden bu markalardan İspanya’da alışveriş yapmak oldukça avantajlı oluyor. Ama tabii ben Malasaña’da gezinirken, şans eseri SFERA’ya denk geldim ki daha önce hiç duymamıştım. Sfera, yine Zara gibi ama daha ucuz bir İspanyol markası. Ürünlerin modelleri çok güzel. Kendime yanlış hatırlamıyorsam sadece 19 €’ya güzel bir kazak aldım.
Benim alışveriş yaptığım Sfera mağazası
Madrid’de bir de hemen her yerde, EL CORTE INGLES mağazalarına rastlayacaksınız. Ben de daha önce hiç duymamıştım ama Avrupa’nın en büyük çok katlı mağaza zinciriymiş. Hatta Sfera da aynı gruba aitmiş. Mağazaların en alt katında, genelde bir de süpermarket bulunuyor. Ben şarap ve içki alışverişlerimi oradan yaptım. Şaraplar hem çok uygun fiyatlı, hem de Türkiye’ye dönüşte içtim, gayet iyiler. Farklı şaraplar alıp, hepsini de beğendiğim için tek tek isim vermiyorum.
Gran Via da tabii ki önemli bir alışveriş caddesi. Hemen hemen her markayı bulmak mümkün. Ama eğer lüks sevenlerdenseniz, Carolina Herrera, Prada, Gucci, Bvulgari gibi markaların bulunduğu CALLE DE SERRANO tam size göre.
REAL MADRİD
Gelelim Madrid’in en popüler olduğu konulardan birine, yani futbola. Hepimizin bildiği gibi, Madrid’in La Liga’da iki tane takımı var: Arda Turan’ın oynadığı Atletico Madrid ve Real Madrid. Ama tabii ki 32 La Liga, 18 İspanya Kral Kupası, 9 UEFA Şampiyonlar Ligi, 2 UEFA Kupası, 1 UEFA Süper Kupası ve 3 Kıtalararası Kupa şampiyonluğu bulunan Real Madrid’in yeri apayrı.
Real Madrid, maçlarını efsanevi Estadio Santiago Bernabeu Stadyumu’nda oynuyor. 1947 yılında yapılmış, ismini kulübün eski ve en önemli başkanlarından olan Santiago Bernabéu Yeste’den almış. Kapasitesi 85.000 kişi ama gündüz maçı olmasına rağmen, gördüğünüz üzere tıklım tıklımdı.
Madrid’e uçak biletimi alınca, benim de yaptığım ilk şeylerden birisi, doğal olarak gittiğim haftasonu maç var mı yok mu diye bakmak oldu. Real Madrid-Getafe maçı olduğunu görünce de çok sevindim ve hemen biletimi satın aldım. Eğer siz de bu unutulmayacak deneyimi yaşamak isterseniz yapmanız gereken şey çok basit. Pop Event‘in internet sitesi üzerinden Real Madrid maç biletinizi oldukça güvenli ve pratik bir şekilde satın alabilirsiniz
Santiago Bernabeu, inanılmaz etkileyici bir stadyum. Orada maç izleme fırsatını yakaladığım için kendimi şanslı hissediyorum.
Daha önce Barselona’da Nou Camp’a da gitmiştim ama maç izleyememiştim ki bana burası daha etkileyici geldi. Zaten Real Madrid’e de Barcelona’ya göre daha çok sempati duyuyorum. Bu arada, Santiago Bernabeu’ya Plaza de España ’dan, mavi metro hattıyla sadece 15 dakikada direkt gidilebiliyor. Stadda zar zor çekse de, wi-fi da var. Facebook ve Foursquare’de chek-in yapabilirsiniz böylelikle! 🙂
Maçın ilk yarısı golsüz bitti.
Ama 2. yarıda Real Madrid 4 gol attı, 3’ü Ronaldo’dan geldi. Maç 4-0 bitti. 4 gol de benim olduğum tarafta olduğu için şanslıydım.O yüzden Ronaldo’nun gollerinden birinin fotoğrafını çekebildim gördüğünüz gibi. 🙂
Ronaldo’nun gol sonrası sevinci. Ama taraftarlar beklediğim gibi çıkmadı. Gol sonrası hariç, tezahürat zayıftı. Sadece kale arkasındaki belli bir grup bağırıyordu. Sanırım tüm enerjilerini El Classico’ya saklıyorlar.
Bu da aynı gol sevinci sahnesi ama profesyonel çekim. Instagram’da buldum, enteresan oldu.
Burada sol üstteki beyazlı olan Ronaldo, hemen önündeki de Özil.
MADRİD’DE YEME, İÇME, GECE HAYATI
Madrid tam bir yeme içme şehri. Yemekler çok ucuz ve lezzetli. İçkiler de öyle. Sanırım biraz da krizin etkisi. Tabii ki lüks restoranları hariç tutuyorum bundan. Bahsettiğim, sıradan, herkesin gittiği restoran, kafe ve barlar. Malum İspanya bir de tapaslarıyla ünlü, dolayısıyla da Madrid.
Tapasın ne olduğunu birçoğunuz biliyordur ama ben yine de bilmeyenler için söyleyeyim. TAPAS, İspanya’da barlarda, içkinin yanında ikram edilen çeşitli yemeklere verilen ad. Bir nevi İspanyol mezesi diyebiliriz. İçkinizi söylüyorsunuz ve garson, seçimi size bırakmadan, kafasına göre tapas veriyor. Eğer sizin seçiminize göre veriyorsa, bilin ki çok turistik bir tapas bardasınız. Tapaslar genelde patates, crochette, paella (paeya diye okunuyor, biliyorsunuz, İspanyolca’da iki “L” harfi yanyana gelince, “Y” diye okunuyor) ya da jambonlu ekmek oluyor. Ben domuz yemiyorum ama geri kalanlarına, özellikle de paellaya bayılıyorum.
Madrid’e gelen her turist, tapas bara gitmek istediği için, benim gibi turistik yerlere alerjisi olan biriyseniz, mekan seçiminizi iyi yapmanız lazım. Ben İspanyol arkadaşlarıma da durumu belirttim. Dolayısıyla yolumuz EL TIGRE’ye düştü. Küçük, hafif salaş görünümlü ama İspanyol gençler arasında çok popüler bir tapas bar. Sadece 2,5 € verip bira ve yanında tapas alabiliyorsunuz. Üstelik her içkiye bir tabak veriliyor.
Bahsettiğim El Tigre burası. Biz başta 3 kişiydik, 3 tabak tapasımız vardı fotoğrafta da görebileceğiniz üzere. Sonradan sayımız artınca, tapasların sayısı da arttı tabii! 🙂 Yanımdaki Pedro. Brüksel’deki İspanyol arkadaşlarımdan. El Tigre, özellikle geceleri çok kalabalık oluyor. Kulüplere gitmeden önce, gençler buraya uğrayıp ilk içkilerini içiyorlar. Size de gitmenizi kesinlikle tavsiye ederim. Hemen adresini de vereyim: Calle de los Infantas 30.
Benim Madrid’de yemeye asıl doyamadığım şey ise, bir kalamar tutkunu olarak kalamarlı bocadillo oldu. Yani ekmek arası kalamar. İnanılmaz lezzetli bir şey ve çok ucuz. Sadece 2,70 € ve doyurucu da. Yanında da küçük bira sadece 1 €. Hatta birçok yerde yanında yeşil zeytin de ikram ediyorlar. Ama şehrin her yerinde yemeyin. En iyileri Plaza Mayor’da ve çevresinde. Ben sırf bu yüzden Plaza Mayor’a birkaç defa gidip geldim! 🙂
Burası kalamarını en çok sevdiğim bocadillocu (bokadiyocu yerine kalamarcı desek kulağa daha mı güzel gelir acaba 🙂 ?) oldu. İsmi İdeal. Plaza Mayor’un St. Isodere Kilisesi yönündeki kapısından çıkınca, hemen sağda. Buraya da gidin.
Size tavsiye edeceğim bir başka mekan da, benim de İspanyol arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine gittiğim, 1947’de kurulmuş tipik bir aile restoranı olan EL BOCHO. Görüntüsü, dekoru, o yıllardan kalma gibi zaten. Ama karnım aç olmadığı için ben sadece çorba içtim ki o bile nefisti.
İşte El Bocho. Restoran sahipleri maalesef İngilizce bilmiyor. Müşterileri de genelde İspanyol, turist pek yok. Hatta ben oradayken, fotoğrafta gördüğünüz 74 yaşında bir teyze, onun aynı yaşlardaki kocası ve bir arkadaşları, benimle konuşmaya başladılar. Tabii benim İspanyolcam tarzanca olduğu için pek anlaşamadık. Ama en azından adımı, Türk olduğumu, ismimi filan söyleyebildim. Seviyorum seyahatlerde böyle insanlarla tanışmayı, konuşmayı. Unutmadan buranın da adresini vereyim: Calle de San Roque, 18.
Bir de BOTIN var gidilmesi gereken. Dünyanın en eski restoranıymış. 1725’te açılmış. Ernest Hemingway’in de Madrid’deki favori restoranlarından biriymiş. Ama açma kapama saatleri bir garip. Ben gittiğimde, neredeyse akşam olmasına rağmen kapalıydı. Gitmeden bir arayın derim.
Dünyanın en eski restoranı neye benziyordur acaba diye merak ediyorsanız, alın size dışarıdan çektiğim fotoğrafı.
Madrid’den CHURRO yemeden dönme dediler. Ben de, Plaza Major’dan Reina Sofia Müzesi’ne giderken şans eseri yolda churrocu görünce deneyeyim dedim. Bizim tulumba tatlısına benziyor. Daha uzun ve şerbetsiz hali. Tek başına pek tadı tuzu yok ama zaten asıl özelliği sıcak çikolataya batırılarak yenmesiymiş. Öyle hiç de fena olmuyor. Fiyatı da sıcak çikolatayla birliklte, 3,60 €.
Benim şans eseri denk geldiğim churrocu, meğer Madrid’in en eski churrocularından biriymiş. İsmi Maestro Churroro. Ama bir uyarı. Dışarıda oturunca daha çok para istiyorlar. O yüzden ben gördüğünüz üzere, içeride oturdum!
Madrid’in en ünlü olduğu konulardan birisi gece hayatı. Tamam, akşamları her yer kalabalık, insanlar sokaklarda, her yer barlarla, kulüplerle dolu ama nedense bana yine de o kadar etkileyici gelmedi Madrid geceleri. Ya da biz doğru yerlere gitmedik sanırım. Aslında en popüler gece kulübü Pacha’ymış ama biz Pedro’nun arkadaşlarının sürekli takıldığı Scoop diye bir mekana gittik. Fena değildi ama yine de beklentilerimin altında çıktı. Bir de Avrupa’daki birçok kulüpte, içkinin plastik bardaklarla verilme olayı var ki bana çok saçma geliyor.
Madrid geceleri. Burası bizim gittiğimiz Scoop.
Bu arada belirtmekte fayda var. İspanyollar Perşembe, Cuma ve Cumartesi ağırlıklı olmak üzere, hemen her gece dışarıya çıkıyorlar. Zaten arkadaşlarımın söylediğine göre, Cumaları öğleden sonra kimse çalışmıyormuş, mesai öğlen bitiyormuş. Hem Perşembe gecesinin yorgunluğunu atmak hem de Cuma gecesine hazırlanmak amacıyla siesta yapıyorlarmış. Ben de yoldan geldiğim için, Pedro’yla biraz gezindikten sonra, gece dışarı çıkmadan önce bir siesta yapayım dedim. Dedim ama benim siesta oldu, 3 saatlik uyku. Uyanıp arkadaşlarımı aradığımda saat oldukça geç olmuştu. Siesta meğer 1 saat olurmuş maksimum. Siestayı beceremedim diye benimle bayağı bir dalga geçtiler! 🙂
MADRİD’E NASIL GİDİLİR, NEREDE KALINIR?
Yazının başında da belirttiğim gibi aslında Madrid’e uçuşlar genelde pahalı, ortalama 700-750 TL civarında. Ama ben gidiş-dönüş vergiler dahil sadece 232 TL’ye aldım. Hem de THY’den. Ama tabii ki biletimi yine 3-4 ay öncesinden aldım. THY artık güzel kampanyalar yapıyor. Duydukça Facebook sayfamdan paylaşıyorum. Sayfamı takip ederseniz eğer, siz de kampanyalardan haberdar olmuş olursunuz. Ama tabii çok düşünmeden almanız gerekiyor biletinizi.
Madrid’de uçuş 3,5 saat civarında sürüyor. Havaalanının adı Madrid Barajas. Bu kadar çok turist alan bir şehre göre, havaalanı bana çok sakin geldi. Pasaport kuyruğunda hiç sıra beklemedik. Ekonomik krize rağmen, pasaport gişelerinin hepsinde memur vardı. Takdir ettim İspanya’yı bu konuda. Bagaj alanından çıkınca, karşıda sağda turizm ofisi var. Orada da, sorular sorunca çok yardımcı oldular diğer ülkelerin turizm ofislerinin aksine. Turizm ofisten, şehir haritası ve metro haritası alabilirsiniz.
Uçaktan Madrid Barajas Uluslararası Havalimanı. Gerçi terminal tarafını çekmediğim için, daha çok dağ bayır gibi durmuş! 🙂
Gelelim havaalanından Madrid şehir merkezine nasıl gidilir sorusunun cevabına. En kolay yol metro ile gitmek. Ama havaalanı çok büyük olduğu için, metroya ulaşabilmek için, havaalanı içinde, metro işaretlerini takip ederek bir 5-10 dakika kadar yürümek gerekiyor. Bilet makinelerinde “1 ticket”, ve sonrasında gidilecek durağın baş harfi girilip, sonra da durak adı seçilip alınıyor bilet. Ben Plaza España’ya gitmek için sadece 4,90 € ödedim. Eğer siz de o civarlara gidecekseniz, havaalanı metrosundan son durak olan Nuovos Miniterios’ta indikten sonra mavi hatta Puerta del Sur yönünde binip, Plaza de España durağında inmeniz gerekiyor.
Yurtdışında metro kullanmayı seviyorum. Çünkü gittiniz şehirde yaşayan birbirinden farklı insan profillerini görebiliyorsunuz. Madrid’de metro ücreti, şehir merkezinde 1,5 €. Havaalanı şehir dışında olduğu için çok daha pahalı ki yine de fena değil bence ücreti. Bu arada havaalanına dönüşte, biletinizi sakın kaybetmeyin. Çünkü havaalanı hattına özel olarak çıkışta da biletinizi makineden geçirmeniz gerekiyor. Yoksa tekrar bilet almak gerekiyor çıkabilmek için. Ben kaybettim, bulmak için uğraştım, siz uğraşmayın.
Gelelim Madrid’de nerede kalınır sorusunun cevabına. En son Venedik ve Milano’da yaptığım gibi, Madrid’de de evde kaldım Airbnb aracılığıyla. Ama bu defa evin tamamını değil, bir odasını kiraladım sadece ve gecelik 40 € ödedim. Ama 2 kişi kalınsa da aynı para ödeniyor. O yüzden, 2 kişi gidiyorsanız, çok daha avantajlı olur. Ev, Grand Via’ya çıkan bir sokakta, tarihi bir binadaydı. Sadece 1 dakikada Gran Via’ya yürünecek mesafede hem de. Airbnb’de ev bakarken, daha önce kalanların, ev sahipleriyle ilgili yorumlarını da okuyabiliyorsunuz. Benim bulduğum evin sahibi olan İspanyol çift Olga ve Alberto’yla ilgili çok olumlu yorumlar vardı. Evi seçmemdeki bir neden de bu yorumlardı ki aynen yorumlarda belirtildiği gibi çok yardımcı oldular bana. Ama İngilizce bilmiyorlar. O yüzden İtalyanca konuşarak anlaştık ki İtalyancayı da çok iyi konuştukları söylenemez. Eğer bir göz atmak isterseniz, buraya tıklayarak bakabilirsiniz. Eğer otelde kalmayı tercih ederseniz de, buraya tıklayarak, Gran Via civarındaki otellere göz atabilirsiniz.
İşte kaldığım ev burası. En solda, odamdan sokağın resmi var. Sokağın en sonu, Gran Via. Evin içi de, enteresan bir çift olan Olga ve Alberto’nun yaptıkları tablolarla dolu. Bu tabloları satarak para kazanıyorlarmış. Alttaki resimde, koltukta oturan kişi Olga. Tek dezavantajları, sigara içmeleri ama odaya koku hiç gelmiyor. Turistik olmayan gezilecek görülecek yerler konusunda da çok yardımcı oldular.
Madrid seyahatim de böyle geldi geçti işte. Aklıma gelen tüm konuları, yerleri anlattım. İnşallah atladığım bir şey olmamıştır. Sorularınız olursa, her zaman sorabilirsiniz. Umarım siz de en kısa zamanda Madrid’e gidebilirsiniz ve özellikle nefis boccadillaların tadına bakabilirsiniz… 🙂
INSTAGRAM: @orcundalarslan
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER YAZILAR: