04 Eyl 48 SAATTE HATAY VE HALEP
Aslında en iyisi seyahat yazılarını sıcağı sıcağına yazmak. Aradan bir süre geçince bugün yazarım, yarın yazarım derken insan erteledikçe erteliyor. En son yazımı İzmir’de yazmıştım, şimdi yine bayram tatili için İzmir’deyim, bu yazıyı da İzmir’de yazıyorum. 🙂
Hep yurtdışına gidecek değiliz ya, biraz da cennet vatanımızın güzelliklerini görmek lazım. Bu defa Mart ortasında beş arkadaşımla Hatay’a gittik. Gerçi ben yine ordan günübirlik Suriye’nin 2. büyük şehri Halep’e geçtim tek başıma…
Bileti yine erkenden aldık, 6-7 hafta öncesinden ve yine Pegasus’un bir kampanyasından. Ben İzmir’den gidiş-dönüş 79 TL’ye aldım, İzmir’den gelen diğer beş arkadaş ise 59 TL’ye. Benim uçuşum Cuma akşamı olduğu için bu defa hiç izin kullanmama da gerek kalmadı. Ama İzmir’den giden arkadaşlarım, benden önce, Cuma öğleden sonra Hatay’a varmışlardı bile. Hatay’a uçuş yaklaşım 1 saat 15 dakika sürüyor. Şansıma Pegasus’un sıfır uçağı Defne’nin ilk uçuşundaydım ve Hatay Havaalanı’nın yeni terminali de 1-2 gün öncesinde açılmıştı. Yeni terminal binası çok şık olmakla birlikte yeni olduğu için olsa gerek, pek kullanışlı değildi ve güvenlik konusunda zaaflar vardı. Umarım şimdi sorun çözülmüştür.
Havaalanından Havaş’la sadece 20 dakikada şehir merkezine 9 TL’ye ulaşabilirsiniz. Biz Antakya Öğretmen Evi’nde kaldık, Havaş hemen önünde bıraktı, dönüşte de aynı yerden aldı. Gecelik kişi başı sadece 32 TL ödedik. Ne lüks ne de şık ama temiz ve rahat. Zaten toplam iki gün kalınca, yatmadan yatmaya gidiliyor, o yüzden çok da önemli değil.
Hatay’ın merkezine ilk girişte insan biraz hayal kırıklığına uğramıyor değil. Tüm şehirlerimiz gibi çarpık yapılaşmadan nasibini almış. Çirkin apartmanlarla dolu sıradan bir şehir izlenimi veriyor. Bir de ortasından geçen Asi nehrinin belli bile olmayacak kadar küçük ve nerdeyse kahverengi olması da ayrı bir hayal kırıklığı. Ancak şehri gezip, gizli güzelliklerini keşfetmeye başlayınca ilk ankinden tamamen farklı görünüyor.
Zaten her zaman derim, seyahate tamamen beklentisiz, sadece keşfetme duygusuyla çıkmak lazım. Gidilen yerin eşsiz güzellikleriyle, orda geçireceğiniz çılgın gibi eğlenceli ve yahut huzur dolu vakitle ilgili çeşit çeşit beklentilere kapılırsanız, muhtemelen hayal kırıklığına uğrar ve ne yaşadığınız andan ne de bulunduğunuz yerden keyif alabilirsiniz. Ben o yüzden hep beklentisiz gider ve kendimi keşfetmenin, yeni yerler görmenin, yeni insanlar tanımanın ve yeni şeyler öğrenmenin keyfine bırakırım.
Neyse, çok da uzatmadan buyurun 24 saatlik Hatay ve Halep seyahatimin detaylarına:
Hatay’a akşam geç saat indiğim için, arkadaşlarım çoktan yemeklerini yemişler ve Hatay’ın gece hayatını keşfe çıkmışlardı. Ben de dolayısıyla öğretmenler evine eşyalarımı bırakır bırakmaz onlara katıldım fotoğrafta da gördüğünüz Cabaret adlı mekanda. Öğretmenler evinin bulunduğu çirkin binalarla dolu Cumhuriyet Caddesi’nden devam edip, Asi Nehri’ni geçtikten sonra, sağdaki cadde dikkatinizi çekecektir. Hatay’ın İstiklal Caddesi diyebileceğimiz bu caddenin adı Hürriyet Caddesi. Bu caddenin sonlarına doğru, Ortodoks Kilisesi’nin tam karşısındaki eski bir Hatay evi restore edilerek yapılmış olan Cabret’de canlı Türkçe rock müzik çalıyor ama belli bir saatten sonra İbrahim Tatlıses’ten “Kara Üzüm Habbesi”ni de duyabiliyorsunuz. Hatay halkı dans etmeyi çok sevmese de biz kendi kendimize çok eğlendik ve hatta gecenin sonunda halay bile çektik. 😀 Ertesi gece başka bir mekan bakalım dedik ama hep canlı Türkçe pop müzik vardı, biz de o yüzden yine Caberet’ye takıldık. Çok da ucuz bu arada. Şık bir mekan olmasına rağmen bira sadece 6 TL.
Ertesi sabah, gece geç kalkmamıza rağmen arkadaşlarımı zorla erkenden uyandırdım ve ilk iş olarak Mozaik Müzesi olarak da bilinen Hatay Müzesi’ne gittik. Cumhuriyet Caddesi’nden yine Asi Nehri’ne doğru 5 dakika kadar yürüyünce, nehre gelmeden hemen önce Cumhuriyet Meydanı’na geliyorsunuz. Müze bu meydanda, nehrin hemen yanında yer alıyor. Heralde hiç sıkılmadan yaklaşık 2 saat kadar vakit geçirdik müzede.
Hatay Müzesi, mozaik zenginliği açısından dünyanın en büyük 2. müzesi. Çoğu 2000 yıl öncesine ait mozaikler, birbirinden güzel. En ünlü mozaiklerden birisi, bu resimdeki mozaik. Bende “gözüm üzerinizde” der gibi bir etki bıraktı. Bu arada Hatay Müzesi’nde Müzekart satılmıyor, giriş ücreti 8 TL. Bilmeyenler için, sadece 20 TL ödeyerek bir yıl boyunca Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ait 300’den fazla müzeyi Müzekart’ınızla istediğiniz zaman gezebilirsiniz. İsterseniz bakanlığın müzelerle ilgili resmi internet sitesinden de 2,5 TL kargo ücreti de dahil toplam 22,5 TL ödeyerek bu kartı satın alabiliyorsunuz. Satın almak için tıklayın! 🙂
Bu da yaklaşık 2500 yıl öncesine ait, zenci bir avcı abinin bütün uzuvlarıyla resmedildiği enteresan bir mozaik! Yorumsuz… 😀
Hatay Müzesi, Mozaik Müzesi’nin yanı sıra Antakya Arkeoloji Müzesi olarak da biliniyor. Fotoğrafta yine yaklaşık 2000 yıl öncesine ait heykel başlarını görebilirsiniz. Saçlarına ve bakışlarına bakılacak olursa, abiler baya tarzmış.
Ve yine klasik bir Türk genci pozu, kafası kırık bir heykel görünce böyle poz vermesek olmaz. Defalarca gittiğim Efes’te küçükken bilmem kaç kafası kırık heykelde böyle pozum var. Ama tabii artık yapmıyorum, yaşımız geçti, bir de heykellere yeterince zarar vermişiz milletçe, kafalarını bile kırmışız günah diye… Ama işte Hatay’da tutamadım yine kendimi arka plan da güzel olunca…
Müzeden çıkınca Hürriyet Caddesi’ne yakın bir kafede çaylarımızı, kahvelerimizi içtikten sonra caddenin arkasındaki sokaklardan Hatay’ın tarihi Kurtuluş Mahallesi’ne doğru yola koyulduk. Bitişik renkli, tarihi evlerin arasındaki dar taş sokaklardan sohbet ederek yürümenin keyfini çıkardık.
Eski Hatay’ın evleri mimari açıdan çok estetik, özellikle kapıları… Ama maalesef çok bakımsızlar, kimisi yıkılmak üzere, üzerlerinde yaşanmışlığın izleri mevcut. Umarım en kısa zamanda restore edilirler ve turizme kazandırılırlar. Oradaki tarihi evlerden birini almak ve pansiyon haline getirmek gibi bir hayale kapıldım kısa bir süre için, eğer Hataylı olsaydım sürekli bir hayal haline de gelebilirdi…
İşte bahsettiğim kapılardan biri ve yarım daire şeklindeki demir işlemeleri
Aynı mahalle içindeki Türk Katolik Kilisesi’nin sokağında meyve satıcısı bir amcayla ve ondan alışveriş yapmak için evinin kapısına çıkan teyzeyle de sohbet ettik. Hataylılar çok cana yakınlar. Hatay seyahatimizin en keyifli kısımlarından biri de yerli halkla sohbet etmek oldu. Birşey sorunca hemen yardımcı oluyorlar. Dar ve labirent gibi sokaklarda kaybolurum diye de sakın korkmayın. Yer yön danıştığınızda neredeyse gideceğiniz yere kadar sizi bırakıyorlar.
Hatay’a boşuna hoşgörü ve medeniyetler şehri dememişler. Türk Katolik Kilise’sinin hemen arkasında, fotoğrafta da görebileceğiniz üzere Sarımiye Camii bulunuyor. Caminin çapraz karşısında da Antakya Musevi cemaatine ait sinagog var. Müslümanı, Hıristiyanı, Musevisi, Türkü, Arabı, Ermenisi ve Süryanisi hep birlikte kavgasız, gürültüsüz, barış içinde yaşıyorlar ve bunu sokaklarda gezinirken çok rahat gözlemleyebiliyorsunuz. Halkla sohbet ettiğinizde de üstüne basa basa bu ahenkten bahsediyorlar. Çok hoşuma gitti bu durum. Kendi kendime dua ettim ülkemizin tamamı inşallah bir gün bu kadar hoşgörülü olur diye…
Sarımiye Camii’nin görevlisiyle sohbet edince, bizi caminin kesme taştan yapılmış minaresine çıkardı. Tabii 5 TL bahşiş vermeyi de ihmal etmedik. Çok belli olmasa da el sallayan benim. Minarenin balkonu ve külahındaki ahşap işlemelere dikkatinizi çekerim. Çok beğendim ben. Bu arada caminin ön tarafında bulunan Kurtuluş Caddesi’nden devam ettiğinizde karşınıza çıkacak olan Habib-i Neccar Camii’ni de mutlaka görmelisiniz. Habib-i Neccar Camii, Hz. İsa’nın havarilerinden Yahya ve Yunus (Yuhanna ve Pavlos) ile Antakya’da onlara ilk inanan kişi olan Habib-i Neccar’ın mezarının bulunduğu yere, İslam ordularının Antakya’yı ele geçirmesiyle birlikte 636 yılında inşa edilmiş ki Anadolu’nun ilk camisi olarak biliniyormuş.
Minarenin tepesinden Hatay’ı 360 derece izleyebilirsiniz. Fotoğrafta Kurtuluş Caddesi’ni ve üzerindeki tarihi evleri görebilirsiniz. Arka plandaki dağ ise Anadolu’nun ilk camisiyle aynı ismi taşıyan Habib-i Neccar Dağı. Kuzeye doğru baktığınızda ise Amanos Dağları’nı görebilirsiniz.
Habib-i Neccar Camii’ni de geçtikten sonra soldaki sokaklardan biri ise Hatay’ın meşhur Uzun Çarşı’sı. Kasabından ayakkabı tamircisine, kadayıfçısından baharatçısına her türlü esnafın bulunduğu bu çarşıda istediğiniz herşeyi bulabilirsiniz. Birşey almayacak olsanız bile esnafla mutlaka sohbet etmenizi tavsiye ederim. Adı gibi uzun bu çarşı boyunca yürüyünce, yine Asi Nehri’nin Hürriyet Caddesi’yle kesiştiği noktaya çıkıyorsunuz.
Uzun Çarşı’nın ardından yemeklerimizi yedikten sonra, Hürriyet Caddesi’nde bir de gündüz gözüyle yürüdük. Fotoğraftaki yer Hürriyet Caddesi’nin Silahlı Kuvvetler Caddesi’yle birleştiği nokta. Sağdaki binaya bayıldım. Beyrut’taki binalara benziyor. Tam karşıdaki kilise de Ortodoks Kilisesi. Daha sonra gruptan bir arkadaşın Hataylı iki arkadaşlarıyla buluşup önceden belgesellerde izlemiş olduğum, Musa Dağı’nın eteklerinde kurulmuş, Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Samadağ ilçesine bağlı Vakıflı Köyü’ne gitmek üzere yola çıktık.
Zeytin, narenciye ağaçları ve fotoğraftaki gibi küçük derelerle dolu irili ufaklı, masmavi Akdeniz manzaralı tepelerden geçerken kendimi bir an için cennette sandım. 🙂 Zaten bütün Hatay gezimin en güzel kısımlarından biri, bu yaklaşık bir saatlik kısa ve bol molalı yolculuktu. Kesinlikle bir araba kiralayıp buralara gitmenizi tavsiye ederim. Neden bilmem ama zeytin ağaçları da beni her zaman mutlu eder. Ege Bölgesi’ndeki kadar çok zeytin ağacı görünce şaşırmadım da değil.
Vakıflı Köyü’ne gelmeden önceki şirin ve huzurlu dağ köylerinden biri de fotoğraftaki Hıdırbey Köyü.
Hıdırbey Köyü, fotoğrafta gördüğünüz “Musa’nın Ağacı” ile ünlü. Yaklaşık 3000 yaşında olduğu söylenen bu ağacın, Hz. Musa’nın denizi ikiye yardığı asasını burada bırakması sonucunda yeşerdiğine inanılıyormuş.
Köyün ağaçları portakal doluydu. Ya da köy portakal ağaçlarıyla doluydu da diyebiliriz! 🙂 Bir meyve hastası olarak, köy kahvesinde otururken heralde bir kilo portakalı sadece ben tek başıma yemişimdir! Tadına doyamadım, acayip lezzetliydi. Köy kahvesinde, kahvenin müdavimi köy halkıyla kısa ama keyifli sohbet etmeyi de tabii ki yine ihmal etmedim.
Ve işte nihayet Vakıflı Köyü’ndeyiz. Köyün nüfusu sadece 130’muş. Arka planda gördüğünüz köyün kilisesinde tanıştığımız, nar ekşisi, bal, defne sabunu gibi köy yapımı ürünler satan Eleni adındaki hoşsohbet Ermeni kadının anlattığına göre köyün gençleri eğitimlerine devam ettikten sonra maalesef köye dönmüyorlarmış…
Kilisenin yanından, yol boyunca geçtiğimiz irili ufaklı tepelerin yemyeşil, huzur dolu manzarası. Arka plandaki beyazlık sanırım Hıdırbey Köyü.
Diğer köyler de çok güzeldi ama Ermeni köyündeki evler daha bir estetik ve güzel. Bulunduğum bu noktadan Akdeniz’in masmavi sularını da izleyebiliyorsunuz. 50 metre yukarıda da köyün pansiyonu var, iki katlı taş bir ev. Eleni’nin söylediğine göre 3 kişilik odanın fiyatı sadece 50 TL imiş. Kalmak için köyün muhtarını bulmanız gerekiyormuş. Hatay’a tekrar gelirsek kesinlikle burada en az bir gece kalmayı düşünüyoruz biz.
Vakıflı Köyü’nden Asi Nehri’nin Akdeniz’e döküldüğü Çevlik mevkiinin biraz kuzeyindeki Titus Tüneli’ne gittik. Musa Dağı’ndan inerken yol boyunca manzara, fotoğrafta da görebileceğiniz üzere Akdeniz ve arka plandaki karlı zirvesiyle Keldağ sayesinde, mükemmeldi. Keldağ’ın hemen güneyi ise Suriye.
Roma mühendisliğinin bir harikası olarak kabul edilen Titus Tüneli’nin yapımına, Roma’daki Kolezyum’u da yaptıran Roma İmparatoru Vespesianus tarafından yaklaşık 2000 yıl önce başlanmış ve oğlu İmparator Titus tarafından tamamlanmış, bu yüzden de onun ismini almış. Antik Antigoneia şehrinin kuzeybatısında yer alan bu kaya tüneli ve ona bağlı kayaya oyulmuş üstü açık su kanalı, dağlardan inen zararlı sel suları birikimlerinin şehrin içinden geçerek limanı doldurmasını engellemek için yapılmış, uzunluğu 1380 metreymiş. Fotoğrafta su kanalı üzerinde, hala çok sağlam görünen tarihi bir taş köprünün üzerindeyiz.
Akşam olduğu için ve biraz da yorgun olduğumuzdan dolayı tünelin içini gezemedik ama tünel ve kanalın hemen girişinden mavi, sarı ve kırmızının Akdeniz üzerinde birbirine karıştığı mükemmel gün batımını izledik.
Gün batımından sonra Hatay’a otelimize döndük ve çok kalmadan, Hatay’ın müthiş lezzetlerini tatmak üzere, daha önceden bize tavsiye edilen Harbiye’deki Kule Restoran’a gittik. Fotoğrafta da gördüğünüz üzere öncelikle alinazikten biber yoğurtlamaya, humustan zahtere bol bol meze yedik. Zahter Hatay’a özgü bir meze, diğer adı da kekik salatası. Küçük küçük doğranmış taze kekik, maydonoz, soğan ve domatese pul biber, nar ekşisi, limon ve zeytinyağı eklenerek yapılıyor. Tavsiye ederim. Ana yemek olarak da Hatay’ın meşhur tepsi ve kağıt kebaplarını yedik. Kule Restoran’da fiyatlar çok uygun, kişi başı 20 TL gibi bir ücret ödedik ancak ben gitmenizi tavsiye etmem. Çok fabrikasyon bir ortam. Büyük ve kalabalık ve mimari olarak da hiçbir özelliği yok. Onun yerine ilk akşam arkadaşlarımın gidip mezelerinin lezzetini anlata anlata bitiremediği, Hürriyet Caddesi’nin devamındaki Silahlı Kuvvetler Caddesi’nin başında bulunan Antakya Evi Restoran’a gidin derim. Üstelik geleneksel, tarihi bir Hatay evinin içine kurulmuş ve fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla, size o havayı da hissettirebilecek, eski karolar ve mobilyalarla döşenmiş nostaljik bir dekoru var. Fonda da Müzeyyen Senar çaldığını düşünün! 🙂 Neyse, yemekten sonra eğlence için yine Caberet Bar’a gittik ve sonrasında tabii ki künefe yemeye gittik. Biz Kral Künefe’de yedik ve bayıldık ki ben çok da sevmem aslında. Hatay’a gidince yemeden dönmemeniz gereken şeylerin başında geliyor.
Ertesi sabah erkenden kalkıp öğleden sonra İzmir’e dönecek olan arkadaşlarımla vedalaştım ve Halep’e gitmek üzere, Antakya Otogarı’na doğru yola koyuldum. Yürüyerek 10-15 dakika sürüyor. Orada zaten sorunca Hatay’a giden taksileri gösteriyorlar. Türk taksileri daha yeni ve kişi başı 25 TL alıyorlar. Suriye plakalı taksiler ise 15 TL. Tek sorun taksilerin dolması gerekiyor kalkabilmek için, biraz daha fazla ücret teklif ederseniz, 2 kişi varken bile götürüyorlar. Yolculuk 2 saat sürüyor. Ben Suriyeli taksiyle gidip Türk taksisiyle döndüm. Fotoğrafta coğrafya derslerinde ve televizyon haberlerinde bol bol adını duymuş olduğumuz Cilvegözü Sınırkapısı’ndayım! 🙂 Suriye’ye vize yok ama günübirlik yolculuk olmasına rağmen 15 TL yurtdışı çıkış harcını ödemek gerekiyor. Üstüne bir de free shop’ta alışveriş de yaptırmıyorlar günübirlik olduğu için. Ama dönüşte Suriye tarafındaki free shop’tan yapabilirsiniz alışverişinizi. Sigara almadığınız sürece sorun yok. Türk tarafında gümrük polisleri özellikle kaçak sigaralar için sıkı arama yapıyor.
Burası Halep’e giderken yol üstündeki Suriye köylerinden birisi. Yeşillikler beni şaşırtmadı değil. Hatay’dan Suriye’ye geçinde bir anda 20 yıl geriye gitmiş gibi hissediyor insan çevreyi izlerken. Ancak buna rağmen yollarının kalitesi beni şaşırttı. Türkiye tarafında yollar delik deşikken Suriye’de dümdüz ve kaliteliydi. Bu arada malum Arap Baharı’nın bir sonucu olarak, Suriyeliler de nihayet devlet başkanı Beşar Esad’a karşı ayaklanmaya başladı ve Suriye ordusu özellikle Türkiye’ye yakın olan köylerdeki isyancılara saldırıp birçok insanı öldürdü. Bu köy de onlardan birisi olabilir. Çok üzücü bir durum, insan gidip görünce daha çok etkileniyor. Sadece haberlerden dinleyince film gibi geliyor.
Halep’te otogardan çıkınca ilk karşılaştığınız manzara bu. İnsan kendini Suriye’ye geçince 20 yıl öncesinde hissediyor demiştim ama bu resimde de görüldüğü üzere bazen buna bir 20 yıl daha ekleyebiliriz. Daha önce de Suriye’ye gitmeme rağmen, nedense bu defa Halep’te biraz tedirgindim ki Afganistan’a bile gitsem korkmayacak bir yapım vardır. Ama Suriye’deki isyanların yeni başlaması ve Ortadoğu’ya daha önceki gidişlerimde olduğu gibi, insanların “ne işin var Suriye’de” deyip beni huzursuz etmesinden kaynaklandı sanırım bu tedirginlik. Bir de daha önceki gidişimde Lonely Planet’ın Middle East (Ortadoğu) kitabı vardı elimde rehber olarak. Bu defa o da olmayınca, kendimi yalnız hissettim sanırım. Bu kitapların bu kadar faydaları olduğunu bilmezdim. İnsan işte olmayınca anlıyor değerini! 🙂 Almanızı öneririm giderseniz eğer.
Bu da Halep’te otogarın önünden başka bir manzara. Karşıdaki kapıdan girip Halep’in birbirinden güzel taş binların bulunduğu dar sokaklı tarihi mahallelerinde kaybolabilirsiniz, tabii tırsmazsanız benim gibi tek başınıza gidip! 🙂 Halep Kalesi’nden dönüşte o sokaklardan geçtim yine de. Acayip bir atmosferi var. Çok güzel bir şehir aslında. Bu arada Halep’in nüfusu yaklaşlık 2,5 milyon. 1516 yılından Osmanlı Devleti yıkılana kadar hakimiyetimiz altında kalmış. O dönemde de İstanbul ve Kahire’den sonra imparatorluğun en büyük 3. kentiymiş.
Burası tarihi 3000 yıl öncesine dayanan Halep Kalesi. Şehrin en turistik noktası diyebiliriz. Not almadığım için şu anda hatırlamıyorum ama otogardan, çok az bir ücret ödeyerek Halep Kalesi’ne ulaşabilirsiniz. Taksi malum tüm Suriye’de olduğu gibi Halep’te de çok ucuz. Kalenin giriş ücreti de çok uygundu ama yine hatırlamıyorum. Seyahatlerde not almak gerekiyor hep. Kalenin tepesinden panoramik Halep manzarasını seyredebilirsiniz. Çevresindeki kafelerde az sayıda da olsa Avrupalı turistlerle kafelerde oturup, insanları izleyebilirsiniz. Daha sonra da yine kalenin çok yakınında bulunan, bizim Kapalıçarşı benzeri tarihi çarşıda hediyelik eşya alışverişinizi yapabilirsiniz. Halep gümüş işçiliğiyle ünlü ve fiyatlar çok uygun. Ama pazarlık yapmayı ihmal etmeyin. Turistlerin çoğu Türk olduğu için ve Türk dizilerini izlediklerinden dolayı esnafın çoğu zaten Türkçe biliyor.
Bunlar da Halepli kadınlar… Yorumsuz… Sokaklarda kadın sayısı çok az. Askerdeki gibi, sağda solda hemen herkes erkek. Bu manzaraları ve her yerde gözüm üzerinizde diyen devasa Beşar Esad posterlerini gördükçe, insan demokratik ve laik bir ülkede yaşadığımız için bir kere daha şükrediyor, Atatürk’ü saygıyla anıyor…
Şansıma bir de pazara denk geldim Halep’te. Fiyatlar acayip ucuz ama gördüğünüz üzere kadınlar sokağa pek çıkmadığı için pazar alışverişini yapanların bile hemen hepsi erkek. Öğleden sonra, huzursuzluğumun da etkisiyle, çok geçe kalmadan hemen Türkiye’ye döndüm ve otele gidip eşyalarımı aldıktan sonra Havaş otobüsüne altayıp havaalanına geçtim.
Bir 48 saatimizi daha böyle dolu dolu geçirmiş olduk. Zaten bu kadar kısa sürede bu kadar çok şey yapınca 48 saat değil de sanki 1 hafta geçirmiş gibi hissediyor insan. Fiziksel bir yorgunluğa yol açmasına rağmen çok keyifli vakit geçirdiği için, bu yorgunluğun farkına bile varmıyor. Yakında başlayacak olan sonbahar bence Hatay’ın en güzel dönemlerinden biri olabilir. Hatay’a ve özellikle de dağ köylerine mutlaka gitmenizi tavsiye ederim. Şu dönemde Suriye biraz karışık ama ülke düzene girince, bize bu kadar yakın olan komşumuzu da gezmelisiniz, hem oranın güzelliklerini görmek, hem de kendi ülkemizin kıymetini daha iyi anlamak açısından. Ben Hatay’a tekrar gitmek istiyorum ama öncelikle Mardin ve sular altında kalma tehlikesi bulunan Hasankeyf gibi ülkemizin diğer güzelliklerini görmek istiyorum. Umarım en kısa zamanda gidebilirim…