08 Eki KIBRIS
İzmir’den kardeşim kadar sevdiğim arkadaşlarım Ahmet ve Yasemin’in Kıbrıs’ta yaşamaları sebebiyle, Kıbrıs’a 2011’den beri senede 2 defa gitmeye çalışıyorum. Adayı çok sevmemde kendilerinin etkileri çok büyük. Ama tabii hakkını yememek lazım, Kıbrıs da ayak basar basmaz kendini sevdiren bir ada. Adada hayat daha yavaş, daha keyifli, insanlar rahat, neşeli, sempatik, doğası güzel… Daha ne olsun?
Türk Hava Yolları, yakın zamanda Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Kıbrıs’a uçuşlar başlattı. Kıbrıs turizmine destek vermek için de, Geziko.com ile iş birliği yaparak ben dahil yedi seyahat yazarını hafta sonu için Kıbrıs’a davet etti. Daha önce Kıbrıs’a ya kışın ya da ilkbaharda gitmiştim hep. Eylül’de 31-32 derecelik, yaz ortasından kalma bir havayla karşılaşınca mest oldum tabii ki.
Türk Hava Yolları ve Geziko.com’un davetiyle Kıbrıs’a gittiğimiz eğlenceli ekibimiz… 🙂
Kıbrıs’taki arkadaşlarım sayesinde, Kuzey Kıbrıs’ın birçok yerini görmüştüm. Şanslı adamım, çünkü bu seyahat de öyle bir planlanmış ki, daha önceden Kıbrıs’ta görmek isteyip de gidemediğim yerleri programa dahil etmişler. Bu yazıda ise hepsini harmanlayıp sizlere anlatacağım…
Yazıyı okuduktan sonra, özellikle Kıbrıs’ı sadece 5 yıldızlı otellerden, casinolardan ve gece hayatından ibaret sanıyorsanız, çok yanıldığınızı anlayacaksınız. Daha yazmaya başlarken bile içimde en kısa zamanda Kıbrıs’a tekrar gitme isteği doğdu! 🙂
Bu yazının şarkısı da, isimlerini adaya özgü bir kaktüs meyvesinden alan Kıbrıslı grup Babutsa’dan gelsin. Yine Kıbrıslı asıllı bir şarkıcı olan Anna Vissi’nin Ekatomiria şarkısının Türkçe versiyonu olan, Kıbrıs havalarıyla dolu Gençlik Böyle Geçer’i burayı tıklayarak dinleyebilirsiniz…
INSTAGRAM: @orcundalarslan
KIBRIS’LA İLGİLİ GENEL BİLGİLER
Kıbrıs, İtalya’nın Sardinya ve Sicilya adalarından sonra, Akdeniz’in en büyük üçüncü adası. Adanın toplam nüfusu 1.1 milyon. Bizim yazımıza mevzubahis olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin nüfusu ise 300 bin civarında. Resmi olmayan rakamlara göre ise, Türkiye’den gelip adaya yerleşenlerle birlikte, nüfusun 500 bini bulduğu söyleniyor.
Kuzey Kıbrıs, dünyada sadece Türkiye’nin tanıdığı bir ülke. Kıbrıs’tayken kendinizi hem Türkiye’de hem de yurtdışındaymış gibi hissediyorsunuz aynı anda. Türkçe konuşuluyor, insanlar Türk ama tabelalar farklı, trafik tersten akıyor, yol, kaldırım düzenlemeleri daha Yunan tarzı, mimari de öyle. Yüksek katlı binalar yok denecek kadar az.
Beşparmak Dağları’ndaki dev Türkiye ve KKTC bayrakları, Rum Kesimi’nde de birçok yerden görülebiliyormuş…
Kıbrıs’ı daha iyi anlayabilmek için tarihine hızlıca göz atmak gerekiyor. Tarih boyunca Hellenler, Romalılar, Bizanslılar, Lüzinyanlar, Venedikliler, Osmanlılar ve son olarak da İngilizler tarafından yönetilmiş. Tabii aynı zamanda tüm bu kültürlerden izler kalmış. Mimari olarak en çok iz bırakanlar ise, Lüzinyanlar olmuş. Kıbrıs’ta sıkça dikkatinizi çekecek olan Gotik mimarinin sebebi de kendileri.
Daha önce Lüzinyan tabirini duymamıştım ben hiç. Bizans’ın zayıfladığı bir dönemde, Üçüncü Haçlı Seferi’ne çıkan İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard, 1191 yılında, yol üzerindeki Kıbrıs’ı da ele geçirmiş ve 1192’de Tapınak Şövalyeleri’ne satmış. O dönemde Kudüs Haçlı Devleti’nin kralı olan Fransız asıllı Guy de Lusignan (Lüzinyanlı Guy) ise, Kudüs’ün Selahaddin Eyyübi tarafından ele geçirilmesi üzerine, Kıbrıs’ı 1192 yılında Tapınak Şövalyeleri’nden satın almış ve ada 1489’da Venedikliler gelene kadar Lüzinyan hanedanı tarafından, Kıbrıs Krallığı ismiyle yönetilmiş.
Venediklilerin hakimiyeti ise 1570 yılında, II. Selim döneminde, Osmanlıların Kıbrıs’ı fethetmesiyle sona ermiş. Taşeli yöresi ile Karaman, Beyşehir, Ürgüp, Niğde, Aksaray, Akşehir, Kayseri gibi Orta Anadolu şehirlerinden Türk aileler getirilerek adaya yerleştirilmişler. Kıbrıs’ın bugünkü yerli nüfusu da işte bu ailelerin torunlarından oluşuyor.
Benim size tavsiyem, Kıbrıs’a gittiğinizde, mutlaka Kıbrıs Türkleriyle tanışıp sohbet etmeniz. Özellikle de 55 yaş üstündeki Kıbrıslılarla. Onlardan Kıbrıs’ın yakın tarihini ve mücahitlik anılarını dinleyebilirsiniz. Bizim rehberimiz de, 66 yaşında, Kıbrıslı bir Türk idi. Kıbrıs’ın hem İngiliz sömürge, hem de Kıbrıs Cumhuriyeti dönemlerine tanıklık etmiş. İlkokuldayken, sınıflarının duvarında Kraliçe Elizabeth’in resmi varmış. Rumların 1955’te İngiltere’den ayrılıp Yunanistan’a ilhak etmek istemesiyle başlayan sıkıntılar, 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla bir süre durulmuş. Ancak 1963’te Kıbrıs Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Makarios’un anayasa değişikliği yaparak Türklerin haklarını kısıtlamak istemesi ile sorunlar daha da büyümüş. Çok sıkıntılar çekmişler. O da lise yıllarında, adadaki Türkleri korumak üzere kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı’nda 7 yıl mücahitlik yapmış. “Bugün özgürsek, Türkiye’ye borçluyuz” diyor. Onun yaşındaki bütün Kıbrıslılar da böyle düşünüyor. Yani “Kıbrıslılar bizi sevmiyorlar” önyargısı kesinlikle doğru değil. Sadece 20’li yaşlar ve altındaki genç nesil geçmişteki acıları yaşamadıkları için bu kadar kalpten bağlı değiller Türkiye’ye ama bu demek değil ki Türkiye’yi sevmiyorlar.
Kıbrıs’ta ilk dikkatinizi çekecek şey, trafiğin tersten akması ve direksiyonun aracın sağında bulunması olacak… Daha önce İngiltere’ye gittim, defalarca da Kıbrıs’a da gittim ama bu duruma hala alışamadım. Arkadaşlarımın kullandığı arabaya, sol taraftan binmek yerine hala direksiyonun bulunduğu sağ taraftan binmeye çalışıyorum! 🙂
Daha önce de duymuşsunuzdur, Kıbrıslıların kendilerine özgü bir aksanları var! 🙂 En çok duyduğunuz söz “Napan?” olacak. Kıbrıs’a Kıprıs diyorlar. Kıbrıs Türkçesinde “mi” soru eki de bulunmuyor. Onun yerine sözcüğün son harfine vurgu yapılıyor. Misal “Geldin mi?” demek yerine “Geldiğğn?” şeklinde…
Kıbrıslılar, siz de fark edeceksiniz ki, sıcakkanlı olmanın yanı sıra oldukça mutlu insanlar. Yüzlerinden okunuyor huzurları. Zaten hepsi genç kalmış. Size tanışın dediğim 55 yaş üstü Kıbrıslıların hemen hepsi en az 10-15 yaş genç duruyorlar. Üstelik gençlik dönemlerinde tanıklık ettikleri savaşa rağmen. Tabii havası, denizi güzel, kafalar rahat, bir yerlere yetişme dertleri yok. Bir de halkın büyük bir kısmı, iki katlı, bahçeli evlerde yaşıyor. Yaşam tarzları ve yaşam görüşleri ise İzmir’le çok benzer. Kimse kimseye karışmıyor, herkes özgürce yaşıyor.
Kıbrıs’ta içki de oldukça ucuz. Türkiye’de fiyatı 60 TL’ye yakın olan 70’lik rakıları, Kıbrıs’ta sadece 20 TL’ye alabiliyorsunuz. Bunun sebebi tabii ki Türkiye’de içkiye uygulanan fahiş vergi oranları. İçkiyi Kıbrıs’ta marketlerde, free shoplardan daha ucuza alabilirsiniz. Kıbrıs’ta dikkatinizi çekecek bir başka konu da, hemen herkesin yeni ve lüks arabalara sahip olması olacak. Çok sayıda son model BMW ve Mercedes göreceksiniz her yerde.
KARPAZ
Kıbrıs’ı anlatmaya, en az gidilen ama bence en güzel, en bakir yerinden, benim de ilk kez gittiğim ve bayıldığım Karpaz’dan başlayacağım. Karpaz Yarımadası, Kıbrıs haritasına bakınca hepimizin dikkatini çeken, Türkiye’ye doğru parmak gibi uzanan, ince, uzun yarımadanın adı.
Karpaz’ın en büyük yerleşim yeri, yarımadanın kuzeyindeki Dipkarpaz köyü. Nüfusu 3.000’e yakın. Bunun 250’si ise köylerini terk etmeyip Güney Rum Kesimi’ne göç etmeyen Rumlardan oluşuyor. Adada Rum yerleşiminin olduğu tek yer burası. Köy meydanında kilise ve cami ile Türk ve Rum kahveleri yan yana bulunuyor. İnsan tabii içinden “Keşke tüm ada böyle olsa!” diye geçiriyor. Biz sarı, sevimli bir binaya sahip olan Rum kahvesinde oturduk, kahvemizi içtik. Sadece birkaç kelime Türkçe ve İngilizce bilen üç Rum amcayla da sohbet ettik, daha doğrusu etmeye çalıştık. Önemli olan gönüllerin bir olması zaten! 🙂
Burası Dipkarpaz’daki Rum kahvesi.
Bunlar sohbet ettiğimiz Rum amcalar. İsimlerini unuttum. Siz deyin Dimitri, ben diyeyim Yorgo. Köydeki Rum nüfus oldukça yaşlı ama son dönemde gençler de gelmeye başlamış. İlkokullarında öğrenciler de varmış artık. 🙂
Dipkarpaz’da köy meydanındaki Agios Synesios Kilisesi ve arka planda köyün camisi. Bizans Ortodoks ve Lüzinyan Gotik mimarisinden izler taşıyan kilisenin geçmişi 12. yüzyıla dayanıyormuş. Cami ise tahmin ettiğiniz üzere oldukça yeni.
Dipkarpaz’ın kuzeyi ise tamamen Milli Park. Burada doğa ve bitkiler koruma altında. Aynı zamanda eşekleriyle ünlü. Burada böyle yabani eşeklerin bulunma sebebi ise, 1974 sonrası, Rumların köylerini bırakmasıyla birlikte Karpaz’da başıboş kalan eşeklerin, yarımadanın kuzeyinin beslenmelerine uygun coğrafi yapı ve bitki örtüsüne sahip olması sebebiyle, burada toplanmalarıymış. Zamanla üreyip çoğalmışlar. AB’nin girişimleri ve Türk ve Rum hükümetlerinin işbirliğiyle koruma altına alınmışlar.
Dipkarpaz’da arabayla giderken yolunuzu her an, sevimli mi sevimli, kocaman güzel gözleri olan bir eşek kesebilir. 🙂
Milli Park’ın sınırları içinde ise, bu seyahatte beni en mutlu eden yer, yani Altın Kumsal bulunuyor. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel denizlerden birine sahip. Biz gittiğimizde deniz biraz dalgalıydı ama ona rağmen mükemmeldi. Kumsal gerçekten altın kumsal, denizi de kristal gibi, pırıl pırıl. Suya girdik ve tam 1,5 saat hiç çıkmadık. 🙂 Söylediklerine göre Kasım ayına kadar denize girilebiliyormuş burada. Sonbaharda deniz tatili yapmak isterseniz aklınızda bulunsun. Altın Kumsal’ın en güzel yönlerinden birisi de, yapılaşmanın olmaması. Sadece iki tane küçük tesis bulunuyor. Birisi Teko’s Place, diğeri de Burhan’s Gold Beach. İkisinde de, doğayla uyumlu, ahşap bungalovlarda kahvaltı ve akşam yemeği dahil konaklayabilirsiniz.
Denizin içinden Altın Kumsal… Az sayıda da olsa şezlong bulmanız mümkün…
Altın Kumsal, Kuzey Kıbrıs’ın tek resmi çıplaklar plajı. Plajın girişince İngilizce uyarı tabelası asmışlar “Bu noktadan sonra çıplak güneşlenenleri görebilirsiniz” diye. 🙂 Haberiniz olsun, rahatsız olacaksanız, gelmeyin diyorlar yani kısaca.
Altın Kumsal’da Akdeniz’in berrak suları altında mest olurken ben 🙂 Şu suyun rengine ve berraklığına bir bakın…
Gün batımına doğru, tepeden Altın Kumsal manzarası. Gördüğünüz gibi plaj oldukça uzun. Burası aynı zamanda Doğu Akdeniz’deki Caretta Caretta’ların yumurtalama bölgelerinden birisi.
Karpaz’da görmeniz gereken diğer yerler ise, yarımadanın en ucu olan Zafer Burnu ve hemen güneyinde bulunan, Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen, Rumların haftasonları sıkça ziyarete geldiği Apostolos Andreas Manastırı. Bir de manastırın birkaç yüz metre gerisinde Karpaz View Hotel var ki Lübnan ve İsrail’e bakan Akdeniz manzarası inanılmaz huzurlu. Sonsuzluk hissi veriyor. Son olarak da, eğer yeterli vaktiniz varsa, dönüş yolunda yarımadanın en güneyinde, ilk olarak 7. yüzyılda Arap akınlarından korunmak için yapılan Kantara Kalesi’ni görebilirsiniz.
Burası 18. Yüzyılda yapılmış olan Apostolos Andreas Manastırı ve önünde bir eşek ailesi. Manastırın kutsal kabul edilmesinin sebebi ise Hz. İsa’nın havarilerinden Andreas’ın Kudus yolculuğu sırasında gemideki su sıkıntısı nedeniyle, masantırın bulunduğu noktaya uğraması ve burada bastonunu dokundurduğu ilk yerden su fışkırması ve bugün bir çeşmeden akan bu suyun şifalı kabul edilmesi…
Eğer ruhunuzu dinlendirecek birkaç gün geçirmek istiyorsanız, Karpaz View Hotel’de konaklamanızı tavsiye ederim kesinlikle. Kendilerine, burayı tıklayarak Facebook sayfaları üzerinden ulaşabilirsiniz.
İsterseniz, Karpaz View Hotel’de bizim gibi yemek molası verebilirsiniz. Biz İngiliz usulü fish-chips, yani balık ve patates kızartması yedik, tabii mezeler eşliğinde. Yanında da buz gibi Efes içtik tabii ki.
LEFKOŞA
Lefkoşa dünyanın bölünmüş tek başkenti. KKTC’de bulunan kuzey Lefkoşa’nın nüfusu 90 bin civarı iken güneyin nüfusu 240 bin. Başkent ama başkentten ziyade hayatın yavaş aktığı bir tatil kasabası havası var. Kıbrıs’ı asıl sevmeme sebep olan da bu hava zaten! 🙂
Şehrin tam ortadan ikiye bölünmüş olması, tabii ki şehre damga vurmuş. Sokaklarda yürürken, bir anda karşınıza, şehri ikiye bölen, BM kontrolündeki yeşil hat çıkıyor. Mimari yine Rum, Osmanlı ve Doğu Akdeniz mimarisinin karışımı. Tarihi yapı oldukça iyi korunmuş. Bu gidişimde, Lefkoşa’ya hiç uğramadık. Ama daha önceki gelişlerimde, arkadaşlarımın Girne’de yaşamasına rağmen birkaç defa gitmiştik Lefkoşa’ya. Dolayısıyla Lefkoşa’dan paylaşacağım resimler de 2011 senesine ait.
Şehrin tarihi yapılarını en iyi görebileceğiniz yer, Yeşil Hat sınırında bulunan, Arabahmet Mahallesi. İsmini Kıbrıs’ın fethinde komutanlık yapan, Arah Ahmet Paşa’dan almış. Tarihi Lüzinyanlar dönemine kadar dayanıyor. Lüzinyanlar’dan kalma bir çok ev bulunuyor. Dar sokakları, cumbalı iki katlı evleriyle dikkat çekiyor. Sokaklarında kaybolmaktan keyif alınacak bir mahalle.
Arabahmet Mahallesi’nin sokakları…
Arabahmet’in hemen yakınlarında ise Kıbrıs Rum Kesimi ile tam sınır noktasında bulunan Yiğitler Burcu Parkı, diğer ismiyle de Sınır Parkı var. Aslında ilk baktığınızda sıradan bir park. Özelliği ise Lefkoşa’nın Rum Kesimi’nden sadece yüksek tel örgülerle ayrılmış olması. Yüksek tel örgülerin yanında bulunan kafelerde Rum Kesimi’ne nazır çayınızı, kahvenizi yudumlayabilirsiniz. Rum Kesimi manzaralı dedim ama öyle dağ, çayır manzarası değil, direkt şehrin Rum tarafı görünüyor. Evler, yürüyen insanlar, arabalar, otobüsler vs… Telin bir tarafı başka bir ülke, diğer tarafı başka bir ülke… Çok enteresan bir his…
Sınırı ayıran tel işte bu! 🙂 Gördünüz belediye otobüsü, Kıbrıs Rum Kesimi’ne ait.
Rum Kesimi’nde Lefkoşa’nın bu kısmı, şehrin en ucuz bölgelerinden biriymiş. Ev ve kira fiyatları düşükmüş ama ona rağmen evler ve sokaklar, bakımlı halleriyle dikkat çekiyor.
Rum Kesimi’nden bahsetmişken, Lokmacı Sınır Kapısı‘ndan bahsetmemek olmaz. Sınır kapısı dediğime bakmayın, aslında kuzeyden başlayıp güneye kadar devam eden bir sokak burası. Şehrin bölünmesiyle birlikte sokak da bölünmüş. Kuzeydeki ismi Lokmacı Caddesi, güneydeki ismi Ledra Caddesi. Lefkoşa’nın kuzeyinde de, güneyinde de, çarşının tam ortasında. 3 Nisan 2008’de sınır kapısı olarak kullanılmaya başlanmış. Avrupa Birliği ve Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşları serbest geçebiliyor. Buna Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportuna sahip Kıbrıslı Türkler de dahil. Ama biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına, Kıbrıs Rum Kesimini tanımadığımız için geçiş yasak. Lefkoşa’nın güneyine, sadece Yunanistan veya başka bir üçüncü ülke üzerinden gidebiliyoruz.
İşte çarşının tam ortasındaki Lokmacı Sınır Kapısı… Bu taraftaki KKTC ve Türkiye ile karşı taraftaki Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan bayraklarına dikkat…
Lefkoşa’da ziyaret edilmesi gereken yerlerden bir diğeri ise, Osmanlıların Kıbrıs’ı fethinden sadece 1 yıl sonra, 1572’de inşa ettirilen Büyük Han. Handaki 68 oda restore ettirilerek el sanatlarının sergilendiği, kafelerin bulunduğu bir kültür merkezine çevrilmiş. Lefkoşa’ya gitmişken görmeden dönmemeniz gereken diğer yerlerden bazıları ise Venediklilerin Salamis’ten getirip diktikleri Venedik Sütunu’nun bulunduğu, şehrin ana meydanı olan Atatürk Meydanı; Atatürk Meydanı’na çıkan, güzel tarihi binaların bulunduğu Girne Caddesi; Lüzinyanların 1209 yılında katedral olarak inşa ettikleri, Osmanlı döneminde camiye çevrilen Gotik tarzdaki Selimiye Camii; 19. yüzyılda Lefkoşa’nın konut ihtiyacını gidermek için inşa edilen, dünyanın ilk toplu konut projelerinden olan, bitişik nizamda tek katlı şirin evlerden oluşan Samanbahçe Evleri ve Barbarlık Müzesi…
İzmirli olmasına rağmen Kıbrıs’ı yerlilerinden bile daha iyi bilen arkadaşım Yasemin, bana Büyük Han’ı gezdirirken… 🙂
Girne Caddesi
Eğer fazla turistik geziden sıkılırsanız, Lefkoşa’nın Bağdat Caddesi diyebileceğimiz Dereboyu ya da diğer ismiyle Mehmet Akif Caddesi’ne gidebilirsiniz. Burası Lefkoşa’nın sosyal hayatının kalbi. Cadde boyunca bolca kafe, bar ve restoran var. Tabii bir de lüks arabalarını ve yeni kıyafetlerini göstermek isteyen çok sayıda genç… 🙂
GİRNE
Kıbrıs’ın başkenti Lefkoşa ama Girne de ülkenin en hareketli şehri. Nüfusu yaklaşık 70 bin civarı. Aynı zamanda sahili, limanı, lüks otelleri, casinoları, gece hayatı ve restoranlarıyla ülkenin turizm merkezi. Şehrin en güzel ve en popüler yeri ise tarihi binalarla çevrili Girne Limanı. Limanda yürüyüş yapıp denize nazır mekanlardan birine oturmak Girne’nin olmazsa olmazlarından.
Girne Limanı ve ben 🙂
Liman çok güzel ama sadece limanda gezip dönerseniz, kendinizi Girne’ye gitmiş saymayın. Mutlaka limana çıkan ara sokaklarda da gezinin. İki katlı, tarihi binaların olduğu, dar sokakları var. Nedense kimse bu sokaklarda dolaşmayı akıl etmiyor. Girne’nin dar sokakları birbirinden farklı özelliklere sahip. Sokak aralarında gezinirken kendinizi bir anda Akdeniz’den Ege’de bir Yunan adasına ışınlanmış gibi hissedebiliyorsunuz.
Taş evlerin olduğu Arnavut kaldırımlı dar bir sokak.
Bu sokak, renkli panjurlara sahip evleriyle, tam bir Akdeniz kasabasının sokakları gibi.
Bu sokakta ise kendinizi Mikonos, Santorini gibi Yunan adalarında hissediyorsunuz. Çan kuleli bina, 1860 yılında Archangelos Michael Kilisesi olarak inşa edilmiş ama artık Girne ve çevresinde toplanın ikonların sergilendiği bir müze…
Girne merkezdeki görülmesi gereken en önemli yer ise, limanın hemen yanında bulunan Girne Kalesi. Kıbrıs’taki diğer birçok kale gibi, 7. yüzyılda Arap akınlarından korunmak için yapılmış. Deniz kenarında, kare şeklinde bir kale. İçinde, 2300 yıl öncesine tarihlenen dünyanın en eski gemi batıklarından birisinin kalıntıları sergileniyor. Kalenin tepesinden liman manzarası da oldukça iyi.
Girne Kalesi…
Bu da kalenin içi…
Girne’ye 5 km mesafedeki bir tepede bulunan Beylerbeyi, tipik bir Akdeniz köyü. 1974 öncesi Rumların yaşadığı, orjininal ismi Bellapais olan köye, yerliler Balabayıs diyor. Köyde görülmesi gereken en önemli yapı ise, Gotik mimarinin en güzel örneklerinden biri kabul edilen Bellapais Manastırı. Tüm manastırlarda olduğu gibi manzarası bir harika.
Bellapis Manastırı’nın avlusundan Girne manzarası
Bu da manastırın Gotik mimarisinin arasından dağ manzarası
Ama daha da iyi manzaralı bir yer istiyorsanız, Girne’ye 10 km mesafede, dağların tepesinde (tam tabiriyle tepesinde) kurulmuş olan Aziz Hilaryon Kalesi’ne mutlaka gitmelisiniz. Bizanslıların 11. yüzyılda inşa ettiği kaleyi, önce Lüzinyanlar, ardından da Venedikliler ele geçirmiş. Osmanlılar askeri amaçla kullanmamış ama 1974’teki çıkarmada, Türk askerleri tarafından kullanılmış. 700 metre yükseklikteki kaleden, hava berrak iken 70 km mesafedeki Türkiye kıyıları bile görülebiliyormuş. Bizans döneminde bu kaleden ateş ve duman ile Anadolu’daki diğer kalelere, oradan da İstanbul’a kadar haber ve mesaj yollanabiliyormuş.
Sarp tepeler üzerine kurulu Aziz Hilaryon Kalesi, masal şatolarını andırıyor.
Burası Lüzinyan komutanların odasının bulunduğu noktadan manzara… Girne ve Akdeniz ayaklarınızın altında. Tam içmelik. Lüzinyan komutanlar iyi içkiye kaptırmamışlar kendilerini burada! 🙂
Daha iyisi olamaz herhalde derken yukarılara çıktıkça daha da güzel manzaralar çıkıyor insanın karşısına.
Bence Girne’de mutlaka gitmeniz gereken yerlerden birisi de, birçok turistin varlığından haberdar bile olmadığı, Girne’nin 40 km batısındaki Koruçam, ya da yerlilerinin söylediği ismiyle Kormacit köyü… Burası Kuzey Kıbrıs’ın tek Maruni köyü, nüfusları sadece 165. Maruniler kim diye soracak olursanız, Lübnan ve Suriye’nin Katolik Hıristiyan halkına verilen isim. Kıbrıslı Maruniler, yaklaşık 1000 yıl önce adaya göç etmişler. Türkler ve Rumlardan sonra Kıbrıs’ın üçüncü halkı olarak kabul ediliyorlar. Kıbrıs Arapçası ve Rumca konuşuyorlar. Adanın tamamında 5.000 Maruni yaşıyor. 1974 öncesinde 1.500’e yakın kişi yaşarken, büyük çoğunluğu güneye göç etmiş. Şu anda köy nüfusunun neredeyse tamamı yaşlı. Köye gitmişken köy kahvesinde kahve içip, hemen yakınındaki meşhur Yorgos Kasap Restoranı’nında et yemekleri yemeden dönmeyin derim.
Ben Koruçam köyüne, Kıbrıs’a 2011 yılındaki ziyaretimde gitmiştim. Köy kahvesinde, neredeyse hiç Türkçe bilmeyen Maruni amcalarla hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmedik! 🙂
Sağ olsun beni Koruçam’a kadar götüren arkadaşım Yasemin ve köyün mimarisiyle dikkat çeken Maruni Katolik Kilisesi…
Koruçam yolunda zeytin ağaçlarının ve Beşparmak Dağları’nın manzarasını izlemeye doyum olmuyor…
Koruçam’dan sonra vaktiniz kalırsa eğer, Girne yolunda, yeşillikler arasına gizlenmiş Mavi Köşk’e de uğrayabilirsiniz. Türk Barış Kuvvetleri’nin kontrol ettiği askeri bölgenin içinde yer alan bu köşk, Türk turistlerin en uğrak yerlerinden birisi. Türk ve Rum mimarisi yanı sıra İtalyan ve Akdeniz bölgesi mimarilerinden de izler taşıyan köşkün bu kadar ziyaret edilmesinin sebebi ise, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’na kadar Makarios’un avukatlığını yapan, İtalyan asıllı ünlü Rum silah kaçakçısı Pavlides’in hem aşk yuvası hem de mafya liderleriyle gizli toplantılarının mekanı olması. İç dekoru, 1950’lerde yapıldığı şatafatlı haliyle korunabilmiş. Tabii bir de köşkle ilgili anlatılan hikayeler var. 13 sayısına evin detaylarında çokça rastlanılması, Sophia Loren’in köşkteki süt havuzundan süt banyosu yapanlar arasında olması, Pavlides’in verdiği çılgın partiler sonrasında odasının balkonundan elma atıp, elmayı kapan kişiyle o gece birlikte olması gibi…
2011 yılında gittiğim Mavi Köşk’le ilgili hikayeler bana nedense çok gerçekçi ve ilgi çekici gelmedi. Zaten Kıbrıs’ın yerli halkına soracak olursanız, Pavlides’in varlığı bile meçhul.
GAZİMAĞUSA
Gazimağusa, ya da Kıbrıs’taki Türkiyelilerin söylediği şekliyle Magosa, Kıbrıs’ın Lefkoşa ve Girne’den sonra en önemli merkezi. Nüfusu 70 bine yakın. Eskiden Rumların ağırlıklı olarak yaşadığı bir şehirmiş. Gazimağusa’nın altın kumsalları sadece Kıbrıs’ın değil, dünyanın en iyi plajları arasında kabul ediliyor. Zaten 1974 öncesi, Beyrut ve Monaco ile yarışan, dünyanın en popüler turizm merkezlerinden birisiymiş. Elizabeth Taylor, Bridgitte Bardot ve Richard Burton gibi dönemin dünyaca ünlü isimlerinin sıkça uğradığı bir yermiş.
Gazimağusa’nın plajı elbette hala çok güzel. Ama büyük bir kısmı Kapalı Maraş bölgesinde kaldığı için giriş yasak. Maraş, aslında Gazimağusa’nın bir mahallesi. 1974’teki Türk Barış Harekatı öncesi Beyrut benzeri yüksek katlı otellerin ve turizm yatırımlarının cazibe merkeziymiş. Bir nevi Kıbrıs’ın en değerli bölgesi diyebiliriz. Hareket sonrası Türk ordusunun geçmiş. Maraş’ın alınmasındaki asıl sebep, pazarlık masasında koz olarak kullanmakmış. Ancak iki taraf bir anlaşmaya varamayınca ve 1983’te KKTC resmen ilan edilince, BM Güvenlik Konseyi, “Maraş bölgesine yasal sahipleri haricinde hiç kimse yerleşemez” kararı almış. O gün bugündür de Maraş’a Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları ile orduevi yanında bulunan kız öğrenci yurdunda kalan öğrenciler ve buradaki tesislerde işleri bulunanlar dışında kimse giremiyor.
Kapalı Maraş’ın etrafı tellerle çevrili ve tellerin üstünde “YASAK BÖLGE GİRİLMEZ” yazılı bu tabelalardan var…
Tellerin etrafından şehri izlerken çok garip hissediyorsunuz. Tam bir hayalet şehir görünümünde. Eski lüks otellerin binaları hala ayakta. Sokakları otlar ve ağaçlar kaplamış. Bazı binalarda eski tabelalar da yerinde. Arkadaşım Yasemin, daha önce, Kapalı Maraş’taki askeri tesislerde bir işi sebebiyle girebilmiş Maraş’a. Anlattığına göre o dönemki arabalar, mağazaların vitrinleri, içlerindeki eşyalar, terkedilip bırakıldıkları halleriyle duruyormuş. Bir yandan ürpertici ama bir yandan da insanda gidip görme isteğini artırıyor. Aslında bu haliyle turlar düzenleseler, oldukça ilgi görür diye düşünüyorum. İlk katılanlardan biri ben olurdum sanırım.
Kapalı Maraş’a nazır bu fotoğrafı, Kapalı Maraş’ın hemen yanında bulunan Arkın Palm Beach Hotel’den çektim. Sahil boyunca görünen, birçoğu eskiden otel bu binaların hepsi, hayalet binalar. Fotoğrafı çektiğim Palm Beach Hotel, 1974 öncesinden kalma, halen kullanılan tek otel. O dönemdeki ismi Constantia Hotel’miş. Otelin önündeki plaj da aynı isimle, Palm Beach Plajı olarak anılıyor. Biz akşam üstü gittiğimiz için denize giremedik ama ona rağmen deniz de, kumsal da çok güzel görünüyordu. Tabii arka plandaki
Bu fotoğraf da aynı yerin 1974 öncesindeki görüntüsü. Contantia Hotel’den çekilmiş sanırım. Görüleceği üzere, o dönemde oldukça hareketliymiş.
Gazimağusa tarihi ve turistik açıdan da oldukça zengin. En önemli yapısı ise Lala Mustafa Paşa Camii. Tıpkı Lefkoşa’daki Selimiye Camii gibi, Gotik tarzda bir cami. Tabii ki bunun sebebi, Lüzinyanlar döneminde, 1298-1312 yılları arasında St. Nicholas Katedrali olarak inşa edilmesi. Osmanlıların Kıbrıs’ı fethinden sonra 1571 yılında camiye dönüştürülmüş.
Kıbrıs sanırım dünyada Gotik camilerin bulunduğu tek ülke. En güzeli de fotoğrafta gördüğünüz Lala Mustafa Paşa Camii. Önündeki ağaç da camiyle, daha doğrusu katedralle yaşıtmış.
Cami Gotik olunca içini de merak ediyor insan. İç görünüşü de böyle işte.
Caminin karşısında Namık Kemal Zindanı ve Müzesi bulunuyor. “Vatan Şairi” olarak anılan Namık Kemal, ünlü eseri “Vatan Yahut Silistre” oyununun sergilenmesi sonrası 1873’te Gazimağusa’ya sürgüne yollanmış. Eserlerinin büyük çoğunluğunu, 38 ay boyunca kaldığı bu binada yazmış. Gazimağusa’nın, dünyaca ünlü bir başka şair ve yazarla, William Shakespeare’le de bir ilgisi var. Shakespeare’in Othello trajedyasına konu olan, 1492 yılına tarihlenen Othello Kalesi burada bulunuyor. Ben gidemedim ama Gazimağusa’nın 6 km kuzeyinde bulunan, M.Ö. 1184 yılları ile M.S. 9. Yüzyıllar arasında kesintisiz 21 yüzyıl boyunca hayatın devam ettiği antik Salamis kentinin kalıntıları da görülmesi gereken yerlerden birisi.
Namik Kemal’in sürgündeki 38 ayını geçirdiği taş binanın mimarisi de ilgi çekici…
Bence turistik bu yerleri gördükten sonra Gazimağusa’da yapılacak en keyifli şey ise, tarihi sokaklarını adım adım gezmek. Birbirinden güzel, farklı mimarilere sahip, küçük, sevimli binalar çıkacak karşınıza. Eğer sıcak havalarda giderseniz, sokak aralarını akşam vakti gezmenizi tavsiye ederim. Böylelikle tıpkı Yunan adalarında olduğu gibi akşam vakti kapılarının önüne çıkan Mağusalıları da görebilir ve sohbet edebilirsiniz. Oldukça sempatik, konuşkan insanlar. Hemen konuşmaya başlıyorlar. Hatta bir aile, tarihi evlerini merakla fotoğrafladığımızı görünce, içini gezmemiz için davet bile etti bizi.
Gazimağusa’nın Rum mimarisine sahip sokakları
Gezinirken karşımıza çıkan, Toskana’daki İtalyan kasaba evlerini anımsatan bir ev
Bu da ilk gördüğümüzde “Acaba yanlışlıkla Küba’ya mı geldik?” diye düşünmemize sebep olan bir başka bina…
Gazimağosa’da akşamüstü insanlar kapı önlerinde oturuyor. Ama dikkatinizi çekerim, yola değil evlere dönük oturuyorlar. Sebebi de televizyon izlemeleri. Serin serin. Keyfe bak! 🙂
Mağusa’daki Gazi İlkokulu’nun binası çok hoşuma gitti. Kıbrıs’ta çocuklar sadece okul bahçesinde değil, sokaklarda da oynuyorlar hala…
KIBRIS’TA YEME, İÇME, GECE HAYATI
Kıbrıs’ın kızartılarak yenilen meşhur hellim peynirini duymayan kalmamıştır. Ama Kıbrıs mutfağı çok daha fazlasına sahip. Tarihi boyunca etkileşimde bulunduğu Türk, Yunan, Lübnan, Fransız ve İtalyan mutfaklarından etkilenerek kendine has geleneksel mutfağı oluşmuş. Şeftali kebabı, pirohu, molehiya, Kıbrıs köftesi, kolokas en ünlüleri. Tabii nor böreği ve üstüne bal dökülerek yenen hellim böreğini de unutmamak lazım.
Oldukça iyi restoranlara sahip Kıbrıs’ın gece hayatına da diyecek bir şey yok. Tüm yıl boyunca, Kıbrıs’taki öğrencilerin ve Türk turistlerin de etkisiyle oldukça hareketli. Tabii ki meşhur casionalarından bahsetmeden de olmaz. Hemen her otelin bir casinosu var. Casinolu oteller sayesinde, hemen her hafta ünlü birkaç sanatçının konseri oluyor. Kıbrıs’taki casinolarda yemek yiyip içki içmek de ücretsiz. Ama şanslı ve kendini kontrol edebilen bir adam olmama rağmen, casinolarda benim bile para kaybettiğim oluyor. O yüzden size casionlara gitmenizi kesinlikle tavsiye etmem. Ben ettim, siz etmeyin! 🙂
Kıbrıs’taki arkadaşlarım Ahmet ve Yasemin’in sayesinde bir kısmına gitmiş olduğum Girne, Lefkoşa ve Gazimağusa’nın en iyi gece kulübü, restoran, meyhane ve casinolarını paylaşıyorum! 🙂
Girne’de Yeme-İçme ve Gece Hayatı
Malum Girne, Kıbrıs’ta turizmin en hareketli olduğu yer, dolayısıyla en çok mekanın da bulunduğu bölge. Kıbrıs yemeklerini tatmak için gidilebilecek en iyi yer, Girne Limanı’ndaki Kıbrıs Evi. Yemeklerinin yanı sıra manzarası da çok güzel. Limanın en güzel fotoğraflarını burada çekebilirsiniz. Yeni açılan Grand Pasha Hotel’in terasındaki, deniz ve dağ manzaralı Teras Ocakbaşı’nın et ve mezelerine ben doyamadım. Et seviyorsanız eğer, kesinlikle gitmenizi tavsiye ederim. Eğer meyhaneye gitmek isterseniz de, Girne’ye 5 dakika mesafedeki Keyf-i Sefa, canlı müziği, 30 çeşit soğuk meze, 12 ara sıcak ve kebap çeşitleriyle en iyi seçenek. Eğer yaz aylarında Girne’deyseniz, Pazar kahvaltıları için Cratos Hotel’in sahili en keyifli yer.
Kıbrıs Evi’ne sırf liman manzarası için bile gidilebilir. Fotoğrafta üstteki yemek şeftali kebabı, alttaki ise pirohu, yani nor peynirli mantı…
Keyf-i Sefa Meyhanesi’nde keyif yaparken… Sene 2011… 🙂
Gelelim Girne’nin gece hayatına. En popüler gece kulübü, Tango to Buddha. Gitmeden dönmemek lazım. Escape Beach Club, gündüzleri plaj iken gece eğlenceli bir kulübe dönüşüyor. Aynı şekilde Cratos Hotel’in plajı La Plage da gündüz deniz için, gece ise kulüp için çok iyi bir tercih. Cratos Hotel’in casinosu da Girne’nin en iyilerinden birisi. Canlı müzik ve eller havaya için en iyi seçenek ise kesinlikle Colony Hotel’in terasındaki Misty Bar. Mekanın solisti Korhan’ın sahnesi çok iyi. Pop, rock, R&B, Türkçe, İngilizce, Arapça her türlü şarkıyı çok iyi seslendiriyor.
Lefkoşa’da Yeme-İçme ve Gece Hayatı
Her gidişimde daha çok Girne’de vakit geçirdiğimiz için, Lefkoşa’daki mekanlara ben hiç gitmedim ama Kıbrıs’taki arkadaşlarımdan söylediğine göre, Dereboyu’ndaki Biyer Ocakbaşı, canlı müziğinin de etkisiyle en popüler restoranlardan birisi. Mezze Meyhane ise tam bir yerel Kıbrıs meyhanesi. Gece kulübü olarak ise çok yeni açılmış olmasına rağmen Bibliotheque oldukça popüler.
Gazimağusa’da Yeme-İçme ve Gece Hayatı
Gazimağusa, yine benim bu konuda çok bilgi sahibi olmadığım bir yer. Arkın Palm Beach Hotel’de yemek yemişliğim var. Açık büfesindeki yemeklerin hepsi çok iyi. Manzarası da cabası. Balık yemek için ise kime sorsanız ilk söyleyecekleri yer Kemal’in Yeri oluyor. Öğrecilerin yoğun olduğu Doğu Akdeniz Yolu ve Gülseren bölgesi, sosyal hayatın merkezi kabul ediliyor. Türkiyeli ve yabancı öğrencilerin gece eğlencesi için en uğrak yeri ise Lion Club.
KIBRIS’A NASIL GİDİLİR, NEREDE KALINIR?
Kıbrıs’a Türk Hava Yolları başta olmak üzere tüm yerel havayollarının uçuşları bulunuyor. Türk Hava Yolları hem Atatürk hem de Sabiha Gökçen’den uçuyor. Uçuş süresi yaklaşık 1,5 saat. Kıbrıs’taki Ercan Havalimanı oldukça küçük bir havaalanı. Uçaktan inip yürüyerek gidiyorsunuz pasaport kontrolüne.
KKTC’ye pasaportunuzla veya nüfus cüzdanınızla da girebiliyorsunuz. Ama pasaportunuzu kullanmanızı tavsiye etmem. Zira pasaport kullanarak çıkış yaptığınızda 15 TL yurtdışı çıkış harcı ödemenin yanı sıra KKTC’ye giriş mührü basıldığı için bir daha Yunanistan’a giriş de yapamıyorsunuz.
Ercan Havalimanı ve keyifli bir hafta sonundan sonra bizi Kıbrıs’tan İstanbul’a, Sabiha Gökçen Havalimanı’na götüren olan THY uçağı…
Konaklama için eğer tercihiniz lüksten yanaysa, Kıbrıs’ın en eski otellerinden olan Gazimağusa’daki Arkın Palm Beach Hotel, kesinlikle bu konuda en iyilerinden birisi. Eski günlerin ihtişamını hala yaşatıyor. Plajı gündüz ayrı, akşam ayrı güzel görünüyor. Girne otelleri arasında, lüks kategorisinde en popüler seçenek ise Girne’deki Cratos Hotel. Yeni açılan, şehir merkezindeki Grand Pasha Hotel de bir başka seçenek. Eğer biraz daha kafa dinlemek istiyorsanız, hem butik otel hem de tatil köyü havasına sahip Bellapais Monastery Village Hotel en iyi seçenek ki son gidişimde biz burada kaldık.
Arkın Palm Beach Hotel, mükemmel denizi ve plajı… Sol taraftaki binalar da, Kapalı Maraş’taki hayalet oteller…
Burası da Belllapias Monstery Village Hotel… İki katlı, Girne’ye tepeden bakan teraslı odaları kafa dinlemek için birebir…
INSTAGRAM: @orcundalarslan
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER YAZILAR: